Detachment

Kişisel gelişimin saçmalıklarından biridir, ihtiyacımız olmayanlardan arınmayı öğretmek yerine bizi daha fazlasını istemeye zorlar.

Detachment nedir? Hayatin bana daha iyisini sunamayacağına inandığım için elimdekini bırakmak istemiyorum demektir. Bağımlı değil bağlı ol klişesini bir tarafa bırakırsak: detachment aslında kendine, hayata ve Allah’a güvenmemektir. Kendine güvenmezsin, çünkü içindeki durumdan daha iyi bir duruma geçerken karşılaşacağın limbo ile nasıl baş edeceğini bilemezsin; hayata güvenmezsin çünkü hayatını sadece içinde bulunduğun snapshotla yargılarsın ve büyük resimde hangi derdinin neye hizmet edeceğini bilemezsin, Allah’a güvenmezsin çünkü elinde inatla tuttuğun isi/ ilişkiyi/ toksik arkadaşını bir bırakabilirsen sana çok daha iyisini verebileceğini anlayamazsın. Aslında detachment kendi içinde bir paradokstur. Hem daha iyisini istersin ama hem de şu anda elindekini kaybetmekten de korkarsın. Ve sırf korktuğun için sıkı sıkı tuttuğun her şey bir gün mutlaka dikenleriyle ellerini acıtmaya baslar. Bilerek gelmekte olduğunu görmediğin şey sonunda dayanılmaz hale gelince işte o zaman yapılacak en vasat şey hayati ve Allah’ı suçlamaktır. Bu tarz bırakamama -iŞi, ilişkiyi, arkadaşı- söylemlerini duyduğumda en başta bir yadırgarım. Çünkü anlık bir acıdan kaçmak için tüm hayatını gerçekten miserable bir şekilde geçirme fikri bana IQ geriliği belirtisi gibi gelir. Ama bu muhtemelen hepimizin yasam döngümüzde kolektif olarak en az bir kez yaşadığımız yanılsamalardan biridir: olmayanı olmasını istediğimiz şekilde görür, kendimizi inandırırız ve bazen bunu spiritual bullshite bile evriltip çekim yasası süsü vererek zorla isteriz. Kişisel gelişimin saçmalıklarından biridir, ihtiyacımız olmayanlardan arınmayı öğretmek yerine bizi daha fazlasını istemeye zorlar. Geçenlerde bir podcastte duydum, “Belki de Allah’ın seni layık gördüğünden çok daha azını istiyorsun ve bunu sana vermediği için de kızıyorsun.” Unutma, sen hayatinin çok küçük bir kısmını, çok küçük bir açıdan görüyorsun. Büyük resimde neyin nasıl konumlandığını bilemezsin. Bunu bilmediğimiz için de olaylarla ilgili anlık değerlendirmeler yapmak çok vasat geliyor bana. Vasat dediysem de, bu anlık değerlendirmeleri ben de sik sik yapardım zamanında. Ama geçenlerde çok sevdiğim bir insan (bunu okuyorsa onun bilgisine çok hayran olduğumu bilsin:), “Biraz beklersen olaylar zaten iskambil kağıdı gibi önüne dökülecek” dedi, “şu an bir değerlendirme yapman için çok erken çünkü elinde hiçbir data yok” diyerek de ekledi. Türk dizilerinde neden sürekli drama vardır biliyor musunuz? Çünkü bizim insanimiz damarlarındaki Akdeniz kanından ötürü çok çabuk tepkimeye girer. Olaylar çok çabuk gelişir, pireler deve olur. Beklerse teker teker kartların önüne açıldığı masayı dağıtır gider, sabırsızdır. Uzun süredir günlük tutuyorum (uzun sure=tüm hayatim) geçenlerde eski yazdıklarımı okuyunca sunu fark ettim, zamanında tam bir katastrofi, hatta hayatin sillesi olarak yorumladığı her şey aslında benim için bir blessingmis -daha iyi bir eğitim, daha yüksek özgüven ve yeterlilik kazandırmış. Kısacası hayata güvenmek gerekiyor. Önümüzü göremediğimizde bile. Bazıları hayati araba sürmeye benzetiyor. Bence alakası yok çünkü araba kullanırken en azından belli bir mesafeye kadar görüş açımız oluyor. Ancak hayatta öyle değil. Olasılıklar çok daha fazla. Ve ihtimaller gerçekten tahayyül ettiğimizden bambaşka olabiliyor. O yüzden de inatla bizim için iyi olan bir fantezi kurgulayıp kafamızda ona inanmaktansa, gerçeklerden keyif almayı ögrenip bazen yaşamın trajikomikligine gülmeye davet ediyorum sizi. Odağınız kadar büyütürsünüz insanları ve olayları. Bunun farkındalığını kazanınca: hayatınızdaki aktörlerden, karakteri ağır basmayan herkes zaten kafanızda da önemini yitiriyor. Kendi gerçekliğinizi ve öz değerinizi tam anlamıyla kanıksayabilince zaten başkaları için ne gereğinden kotu ne gereğinden iyi düşünmeye yeriniz olmuyor çünkü…

Sevgiyle

Continue Reading

HAYATIN DÖNGÜLERİ / ŞEMA TERAPİDE “ŞEMA”

En yakın arkadaşıma fanatizmle hayatımı interprete ettirmeye çalışmadığım zamanlarda, tanıdıklarım karşısında oldukça iyi bir dinleyiciyim diyebilirim. Cephede atağa karşı savunma yapar gibi anlatılanlara nasıl akıllıca cevap vereceğinin muhasebesini yapan bir jenerasyonda bence dinleyebilmek çok sıkı bir özellik. Fakat tüm gerçek dinleyicilerin de bildiği gibi, genelde bizlere periyodik aralarla anlatılanlar, anlatanın yaşamındaki ana temanın farklı karakterlerle tekrardan kurgulanmasından ibaret oluyor.

İnsanlar aynı döngüleri A-B-C kişileriyle farklı settinglerde tekrar tekrar yaşıyor, buna da “talihsizlik” diyorlar.  Öz farkındalığı düşük olmak her ne kadar cehalet mutluluktur mitini yaşatsa da, düşük bir öz farkındalık insanın elinden kaderini kontrol edebilme gücünü alıyor ve hayatını -her ne kadar klişe bir ifade olsa da- kişinin “başına gelenlerden ibaret” kılıyor.  İki sene önce YouTube üzerinden şema terapiyle tanıştım. Benim için hem çok iyi hem oldukça talihsiz oldu diyebilirim. Böylelikle kendi yaşamımda tekrarlayan paternleri fark etmemle birlikte, çevremin de aralıksız döngülerde tekrarlayan yaşam öykülerini gördüm.. Ve tıpkı bir şeyi fark ettikten sonra kayıtsız kalmanın imkansızlığı gibi,  artık kendi yaşam öykümde ve çevremdekilerin hayatlarında ortak paternlere karşı umarsız kalamamaya başladım. Şema terapinin amacı, yaşam öykümüzde tekrar eden senaryoların hangi ortak karakter özelliğinden evrildiğini analiz etmek. Çok baside indirgenmiş bir örnek olsa da, değersizlik inancı benlik çekirdeğine yapışmış bir insanın tüm hayatı boyunca başkaları tarafından “değerlisin” sözünü işitebilmek adına inanılmaz eforlar sarfetmesi fakat her eforla daha da kendini küçültmesidir “şema”. Çünkü önünde sonunda adamın çevresindekiler kendilerinden takdir almak adına gösterilen bu çabaların yoğunluğundan ve sürekliliğinden güç alarak, adamın eforlarını kendilerine hak görür. Çevrenin bu tutumu, adamdaki değersizlik hissini azaltmaz, aksine pekiştirir.. “Self conscious” kelimesini negatif anlamda kullansak da, hayatımıza yön veren çekirdek duyguları analiz ederken “self conscious” olmak zorundayızdır… “Self consicous” olmanın negatif çağrışımının altında yatan gizli neden duygusal farkındalığın sebep olabileceği o muhteşem dönüşümden önce, kişinin tüm savunma mekanizmalarının farkına vardırtarak kendine oluşturduğu kavramsallaşmış benliğini paramparça etmesidir. Fakat kendi hayatımızı kendi kelimelerimiz, kendi davranışlarımız ve inançlarımızla idame ettirirken ve içinde bulunduğumuz kaos artık bizim konformist yerleşkemize dönüşmüşken, bir anda yaşam alanımıza yabancılaşıp içinde bulunduğumuz durumun analizini yapabilmek çok zor. Bunun en iyi ilacıysa zeki dostlar edinmek. Yanlış anlamayın, ne kadar çok arkadaşınız varsa siz pekala o kadar iyi ve uyumlu bir insansınız manasında demiyorum bunu (bu aksine kabına göre şekil alıyorsun demenin kibar şekli olurdu). Demek istediğim, IQsuna güvendiğiniz insanlara izin verdiğiniz konularda yorum getirmesini istemeniz sizin faydanıza olur. Çünkü kendi kelime dağarcığınızın kısıtlı kaldığı durumlarda, içinde bulunduğunuz durumsallığı onlar kendi farklı lügatlarıyla anlatmaya başlar size. Kısaca aynı eserin fransızca ve ingilizce çevirilerinde nasıl farklı üsluplar ortaya çıkıyorsa, hayatınızı farklı bir üsluptan dinlemek iyi gelebilir, aynı temaları yüzünüze çarpan kör noktalarınıza farkındalığınız artar bu şekilde. Şunun altını çizeyim, bunu akıl dilenmek manasında söylemiyorum. İçinde bulunduğunuz duruma farklı bir narrative getirir zeki dost. Ve bir noktada arkadaşlık tanımınız, suya sabuna dokunmadan gündelik işler üzerine birbirinizi uyuşturan bir sohbetten ziyade, güncel statüsko değerlendirmelerine evrilir. Tabii ki arada tek gündemin Black Friday indirimi olduğu buluşmalar da olacaktır, ama esasen yaşam amacı comply etmektense özünü bulmak olan dostla kahve içmenin keyfi de bambaşkadır. Yani zeki dost sizin şemalarınızı gören bir dosttur ve bunu söyleyebilecek audicitysi olan biridir. Peki hayatımızdaki durumsallıkları nasıl paylaşırız bir başkasıyla ki bizim döngülerimizi görsün? Leonard Cohen’in de aklımıza kazıdığı meşhur sözünde olduğu gibi, “There is a crack, a crack in everything That’s how the light gets in.”. Yani eğer biriyle paylaşacaksanız bu “hata”larınızı, hataların çirkin olmadığını anlamak gerek. Kendinize dair hiçbir şeyin çirkin olmadığını idrak ettiğinizde ancak gerçekten bir başkasının sizi anlamasına müsaade edebilirsiniz. Aksi halde başkalarının size en ufak bir yorumu dikişi kapanmamış ameliyat izine parmak atılması gibi irite eder sizi. Bir bakıma paradoksal olsa da şemalarımız üzerinde çalışmaya cesaret edebilmek için sahip olmak zorunda olduğumuz anlayış seviyesine geldiğimizde aslında şemaları da çözmüş oluyoruz.

Continue Reading

Klasik Müzik Üzerine

Bu aralar sözlü şarkı dinleyemediğimi fark ettim. Ben hiçbir zaman sözlere dikkat etmedim galiba. Çünkü her müzik dinlediğimde kendimi çevremden soyutlamayı başardım, hayallerimde ben apayrı bir yerdeydim, ya da geçmişteydim, yanlışlarımı doğruya çeviriyordum… Özetle  bu itirafı kendime yapabildikten sonra enstrümental çok daha fazla ilgimi çekmeye başladı. Sanki ruhun kendi şişesinden aşağı döküldükten sonra zeminde oluşturduğu inanılmaz renklerin şarkısı gibi gelmeye başladı klasik. Yani aslında paramparça ve dağınık, ama çok estetik bir bozulmuşluk. Her sözlü müzik hayatla ilgili kesin bir kanının ürünü değil midir. Hem sözlere nasıl güvenilir ki?  Kendi aklımda bile milyon sonuca başka milyon şekilde gelebilirken, hayat üzerine yapılan acemi saptamaları dinlemek bana artık eskisi kadar keyif vermiyor. Belki de uzun süredir kendimi dinlemeyi unuttuğum için bu aralar klasik müziği kendimi dinleme aracı olarak görmeye başladım. Bence hayatın bazen küçük mucizelerini, bazen melankolilerini, bazen yıkılan umutlarını ve bazen de olmaz denilen her şeyin olabilirliğini klasikten daha güzel anlatan bir müzik türü yok. Fakat en çok şuna üzülüyorum ki, klasik müziği de klasik edebiyat gibi tekeline almış insanlar var.  Ve açıkçası şunu merak ediyorum, ruhları dinlediği müzikle caka satacak kadar derinliksiz insanlar bu müzikleri duyduklarında akıllarına ne getiriyor olabilir? Zihninde derin duygu ve düşüncelere ev sahipliği yapmayan hiçimse bu iki genre’yı da idrak edemez. Böyle böbürlenen insanlar yüzünden yıllardır klasiğe önyargılı olduğumu fark edince daha çok sinirleniyorum.

Çağrışım yaptıramayan bir müzik; klasik ya da değil, her zaman boştur bence. Tıpkı diğer insanlara sempatimizin çıkış noktası gibi, müzikte de bizim bir parçamızı taşıdığını düşündüğümüz parçalardan haz duyuyoruz. “Klasik” tabirinin geçmişten gelen prestijini, klasik dinliyorum veya klasik edebiyat okuyorum diyerek kullanarak böbürlenenlere normal dışı bir öfke duyuyorum, çünkü bir insanın gözünün içine baka baka yalan söylemeye benziyor bu. Kitap okurken kahramanın hissettiklerini anlayacak deneyimi henüz edinmemiş olanlar, veya benim gibi psikoloji nerdlerinin psikologların bahsettiği duygu durumlarını okurken kendinden bir şeyler bulamayanlar; keyif alamaz kitaptan ve müzikten. Ve bir türü dinliyorum, bir tarzda edebiyat okuyorum diyecek kadar sığ olan insanların da bu iki sanattan da kitaptan ve müzikten kesinlikle hiçbir şey anlamadığını düşünüyorum. Etrafında mükemmel insan algısı yaratmaya bu kadar meyleden insanlar, ruhun asimetrikliğini anlatan bu tarz müziklerden veya kitaplardan keyif almaya yapısal olarak müsait değiller. Zaten buradan çıkarımlar yapabilmek için ruhun biraz burnunun sürtülmesi gerekiyor; ki aşınmaların aşinalığı uyansın içimizde.. Yani önkoşul kendi ruhumuzun yozlaşmış yerlerini kanıksamak..Lacan’ın tabiriyle, ötekinde kendimizin yansımasını görmek gibi, klasikte de farklı olayların ruhun aynı köşesini sürttüğü bestecilerin parçalarıyla bağ kurabiliyoruz.

Sözü uzatmadan kendi ruhumun şarkıları gibi hissettiğim beş parça bırakıyorum. Mutlaka dinleyin, tabi size keyif vermek zorunda değil; hikayesi farklı olanların melodileri de apayrı olabiliyor..

A Fragment of My Soul- Invadeble Harmony

Vivaldi Variation (Arr. For Piano) -Antonio Vivaldi, Florian Christl

Dance For Me Wallis- Abel Korzeniowski

Lament- Invadable Harmony

Serenade- Franz Schubert, Eugene Ormandy, Philadelphia Orchestra

Continue Reading

Linear ve Upward

Kendimle ilişkimin linear ve upward ilerlemesi zorunluluğu olmadığını öğrendiğimden beri, seçtiği dersin finalinin olmadığını final haftası öğrenen bir öğrenci gibi rahatım. Bazen kafamın içinde durmadan konuşan kızı susturmayı başarabiliyorum, sesi çok yüksek çıktığında ve kontrolü ele geçirdiğinde farkına varıyorum onun. Konuşmasına fırsat verdiğim için de kendimi kutluyorum. Çünkü genelde her şey çok yolunda rolü, bir şeyleri kabul etmekten daha kolay geliyor. Ve kabul edelim, bu rolü hepimiz çok güzel oynayabiliyoruz. İlla ki yalan söylemekten bahsetmiyorum; duyguya bağımsız, hissiz gülümsemelerde profesyonelleştiyseniz, bu rolünüzün uzantısı olabilir. En kötü tarafı şu ki, başkalarıyla birlikte kendimize de oynuyoruz. Taktığımız maskeler var evet. Ama bazen bu maskeleri içselleştiriyoruz ve aynaya bakarken dahi çıkarmıyoruz. Beni en çok düşündüren kendimize oynadıklarımız. Şunu fark ettim ki, sahte mutluluklar yaşamaktansa hakiki bir üzüntü yaşamak çok daha kalenderce. Çok daha rahat değil ama. İçinizdekiyle konuştuğunuzda (ki bu da sadece delilere özgü değildir, fakat sadece deliler bunu sesli yapar); yolunda gitmeyenlerin bir listesini veriyorsa elinize, araya reklamlar almadan yolunda gitmeyenleri kanıksamak gerek diye düşünüyorum. Post Traumatic Stress Disorder tanımına baktığımızda da zamanında çözümlenmemiş her konunun yanardağ patlaması şeklinde yaşamda delikler açabildiğini görüyoruz zaten. Kendi devinimlerimiz ve eforumuzla gerçekten iyi şeyler yapmak istediğimiz hayatlarımızda, bugünün problemlerini sessizce yarına öteleyip, yarın gelince de şaşırmış ve bu olanları hak etmemiş bir mağdur rolü oynamak; en çok kendimize saygısızlık.

Fakat inkar etmeyelim ki, içimizdeki ses her zaman doğruyu söylemeyebiliyor. Problemleri saptasa da, bazen fazla sert konuşuyor. O zamanlar için herkesin hayatında o sesin dediklerini aktarabilecek ve beraber değerlendirebilecek kadar güvendiği insanlar olması gerekiyor bence. Ben eskiden bu cümleye katiyen karşı çıkardım mesela, bu risk almak demek sonuçta ve güvenli sahalarda oynamak suni de olsa bir huzur getiriyor yaşamlarımıza. Ama nasıl ki bir çiçek sırf kuraklığa alıştığı için su almayı reddederse büyüyemez, alışkın olmadığımız fakat bize iyi geleceğini içten içe bildiğimiz şeylere sürekli bir dirençle aslında kendi gelişimimize ket vururuz. Kabul, birine kendimizle ilgili derin şeyleri paylaşabilmek, suni bir günlük problem anlatmaktan çok daha zor. Dopdolu bir amfide provasız şarkı söylemek gibi hissettiriyor. Oysa söylemeye başladıktan sonra gerisi geliyor. Ve anlatacak kadar kendime yakın hissettiklerim beni gerçekten de anlıyorlar, beraber çürütüyoruz zihnimin savlarını. Defalarca da yazdığım gibi, kendime has zannettiğim duyguların kollektifliğini bilmek beni rahatlatıyor. Gerçekten umursayanlar anlıyor, içinizdeki yaygaracıyı siz susturamazsanız onlar susturuyor. Zihnimizdekileri sesli olarak kendimize bile söylemekten çekinirken, düşündüklerinizi gerçekten ama gerçekten olduğu gibi filtresiz anlatabildikleriniz varsa, her şeyden çok buna şükretmeliyiz bence. Benim için bu kişi kızkardeşim örneğin. Ve öyle ya da böyle kabul edilmeye önem verdiğimiz bu devirde, artık bastırmaktan avucumuzda iz bırakan düşünceleri, estetikleştirmeye çalışıp rötuşlamadan bir başkasına aktarabilmek çok büyük bir konfor. Bazen başkalarının bizi anlaması bizim kendimizi anlamamızdan daha kolay oluyor. Çünkü biz en çok kendimize gücümüz yettiği için yine anlamlandıramadığımız olaylarda en çok kendimizi suçluyoruz. Çünkü izah edemediğimiz durumlar bazen ancak self guilt ile rasyonelleştirilebiliyor.

Meselelerimizi de böyle ele almak gerekiyor bence. Bir kitapla aydınlanmaya kavuşmaktan, bir vaazle cenneti hak ettiğine inanmaktan vazgeçmek gerekiyor. Tüm meseleler bir reçete ile çözülmüyor. Mental health’in de fiziksel sağlık gibi bir uğraş olduğunu kanıksamamız gerekiyor. Çözümlememiz gereken konuları eve market poşeti taşımaya benzetiyorum. Hepsini aynı anda taşıyıp plastik ellerimizi yakarken hepsini kayıtsızca yere atmaktansa, bazılarını bekletip sonra yukarı çıkarmak gerekebiliyor. Üzerine tez yazdıkça değil, elle tutuur çabalar harcadıkça kümülatif bir şekilde iyiye gidebildiğimiz bir alan mental health. Bir kere spora gidip fit olamayacağınızı kabul edecek sağ duyunuz varsa, tek kişisel gelişim kitabıyla da içsel huzuru yakalayamazsınız. Düzenli olarak içimizi çiçek açtıran şeyleri yapmamız gerekiyor.. İlla ki hobi edinin diyemem, çünkü biliyorum ki bazı insanların hiç hoşuna gitmiyor. Ama en azından bir çıkış yolu yaratın kendinize. Sevdiğiniz bir film, iyi hissettiren bir playlist, belki de sahilde deniz kokulu bir yürüyüş.

Ve ağlamak ayıp bir şey değil bu arada. Eğer siz de benim gibi ağlarken görülmekten nefret edenlerdenseniz, hatırlatayım diye diyorum. Eğer kendinize, kendinizi kurban psikolojisine sokmayacak kadar saygı duyuyorsanız, ağlamak oldukça sağlıklı bir dışavurum. Bir şeylere üzülüyorsanız, bence umursamıyor rolü yapanlardan binlerce kez daha coolsunuz. Sizi tebrik ederim bunu yapabiliyorsanız. Çünkü inanın çoğu insan kendilerini paramparça eden şeyleri bile söylemekten gocunuyor. Gerçekten de eğer toplumsal bir dilek hakkım olsa, bunu düzeltmeyi dilerdim, böylece pasif agresiflikten topyekun kurtulurduk…

Ve en en en önemlisi, sorunlardan kaçmamak. Sorunlardan kaçmadığınızda daha çok seviyorsunuz kendinizi. Kendi hakkınızı savunmaya layık gördüğünüz her yerde; işte, markette, kafede.. daha bir bağlanıyorsunuz kendinize. Eğer gerçekten uğruna mücadele ettiklerimizin kıymeti oluyorsa, neden kendi kendimize sahip çıkmayalım ki? Benim, kendimle barış içinde olma tanımım; inziva içerisindeki bir keşiş gibi her şeyi sessizlikle karşılamak demek değildir. Kimse bizim kendimiz için verdiğimiz savaşları bizim kadar iyi veremez. Tüm mücadelelerinden öyle ya da böyle başarıyla çıkan bir insana ne kadar saygı duyarsak kendimize de aynı saygıyla yaklaşıp karşıdan aynı saygıyı beklemek gerekiyor diye inanıyorum ben. O yüzden alttan almak asla kendini savunmak kadar asil bir davranış değil bence. Alttan almanın bir erdem olduğu yalanını, tek taraflı kavgaları kazamak için, çok uzman bir manipülatörün uydurduğuna inanıyorum. Kendimizi savunmaya layık görmek için “çok” şey başarmamıza da gerek yok bu arada, bu güne geldiyseniz bile bu düzenli bir devinimi sürdürdüğünüzdendir ve bu da bir başarıdır. Zamanın göreceliliği çoktan kanıtlandı ve bazen bazı saniyeleri geçirecek kadar güçlü olmanız bile sizi, kendiniz uğruna mücadele etmeye değer biri yapıyor.

Öyle işte.. bazen bazı günler birbirini tutmuyor. Ama tutmayan günlerde de içimizdekine sarılmak gerekiyor. Ya da eğer çok fena küstüysek, içimizdekiyle barıştırması için bir dostla kahveye çıkmak gerekiyor. Yani olduğumuz yerden ayrılıp momentum kazanmak gerekiyor ve de sorunları yok sayıp kendimize rol yapmamak. Nasıl ki her tür bilimde bir problem çözme devinimi varsa, insan psikolojisinde de bu böyle. Fizikte F=ma sadeleştirmesine nasıl ki milyon farklı kombinasyondan gelinebiliyorsa, kendi komplikasyonlarımızın sadeleştirmelerine de hiçbir şey yapmayarak değil, üzerine düşünerek; düşünürken kendimizi sabote edici düşünceleri eleyerek gelebiliyoruz. Çünkü bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayabilecek farkındalığa sahip olmamız, bir şeyleri değiştirmek için savaşma gücünü de içimizde taşıdığımızın en büyük kanıtı.

Continue Reading

O Olsaydı Yapmazdı Sorunsalı

Güçsüz bir insan için bu yüzden iyilik kavramından bahsedemeyiz. Güçsüzün genelde kötülük yapma insiyatifi yoktur. Belli bir güce geldikten ve yaptığı kötülüğün negatif outcome’ından etkilenmeyecek statudeyken iyiliği seçebilmek iyiyi yaratır bence, o yüzden iyiliği hiç bir zaman güçsüzlüğün çaresizliğine indirgememek lazım.  

 “O olsaydı benim yaptığımı yapmazdı ama” demek sorumluluklardan bir acil kaçış yolu. Yol vermekten her türlü jeste kadar insanı kısıtlayan bir bencilliğe dönüşmek üzereyken, fark edip cımbızla çekip çıkarmak gerek bu düşünceyi.. İşin aslı şu ki, hiçbir zaman yaptıklarınızın tam istediğiniz şekilde karşılığını alamazsınız, sonuçta herkesin adalet terazisi farklı işliyor. Ben de bunu fark ettiğimden beri “o olsaydı yapmazdı”ları bir nevi savunma mekanizması olarak kullanmayı bıraktım. Çünkü düşündüm de zaten bizi bugün olduğumuzdan daha iyi biri yapan “o olsaydı yapmazdı ama ben yaptım işte”ler değil mi?. Yaya ışığı yanmadan yol vermek, markette klasik poşetleme stresindeki birine hiç sorun değil acele etmeyin diyebilmek.. İlla çok çok büyük olmasına gerek yok, ama demem o ki, çoğu insanın yapmayı tercih etmediği şeyleri yaptığınıza kendinizin de şahitlik etmesi size kendinizi daha çok sevdirmiyor mu? Onun yapmayacağı ama sizin yapacağınız şeyler, aslında karakterinizi boşlukları dolduran bağlaçlardansa; kendi içinde kesinliği olan bir yükleme çevirmiyor mu? 

Zaten yapıp yapmama insiyatifiniz olduğunda, iyilik yapmayı seçmek sizi değerli kılmaz mı? Güçsüz bir insan için bu yüzden iyilik kavramından bahsedemeyiz. Güçsüzün genelde kötülük yapma insiyatifi yoktur. Belli bir güce geldikten ve yaptığı kötülüğün negatif outcome’ından etkilenmeyecek statudeyken iyiliği seçebilmek iyiyi yaratır bence, o yüzden iyiliği hiç bir zaman güçsüzlüğün çaresizliğine indirgememek lazım.   İyiliği kendin için mi yapıyorsun derseniz, evet, bir noktaya kadar kendim için yapıyorum. Çünkü kendimi kibarken daha çok seviyorum, iyilik yaparken daha sevecen buluyorum, gülümserken mizacım hoşuma gidiyor ve belki de hak etmeyen birine aynı şekilde cevap vermezken zarif olduğumu düşünüyorum…  Tüm bunlar kendimi daha çok sevdiriyor bana. Yani evet, en içten iyilikte bile kendimiz için yaptığımız birçok şey var. Ama kendimizi kendimize beğendirmeye çalıştığımız ancak başkalarına show yapmak için başka birinin yardıma muhtaçlığını kullacak kadar alçalmadığımız sürece, iyiliği kendimiz için de yapmakta bir sakınca görmüyorum ben. 

Tabii insan karşılık bekliyor elinde olmadan, bunu da inkar edemem. Fakat teoride aynı dili konuşsak da pratikte bambaşka dilleri konuşuyoruz. Örneğin benim sevgi dilim kahvedir.  Yani benimle sabahın erken bir saatinde karşılaşırsanız ve kendim içmeden size kahvemi ikram edersem bu aslında benim için önemli olduğunuz anlamına gelir. Fakat muhtemelen sizin gördüğünüz; henüz tam ayılamadığı için yarım ağız konuşan sabah sporunu abarttığı için adım attığı yeri bilemeyen biraz huysuz bir sarışın olabilir ve bir kahve  bağımlısı olarak tam açılmayan gözlerimi sizden hiç hazzetmeme yorabilirsiniz. Sonuçta sizin sevgi diliniz uzun konuşmalardan geçiyordur ve benim kahve teklifim sizi başımdan savmak için yaptığım bir antitezdir bu yüzden size göre. 

Ya da ikinci bir senaryo hayal ederlim, birine iyilik yaparsınız ve karşılığında size yer fıstığı hediye eder ve siz fıstığa alerjiniz olduğu için kendinize yapılan bir suikast girişimi olarak yorumlarsınız bunu…

Demem o ki, insanları değerlendirirken kapasitelerine göre oranlamalıyız. Çok öfkeli birinin arabanızın lastiği patlamışken görmezden gelip yanınızdan geçmesi onu “kötü” biri olarak yaftalamanıza sebep olabilir, halbuki o öfke problemi tedavisi gördüğü için yolu kapattığınız için size korna çalmadığından dolayı kendini “iyi” biri olarak hissedip kendiyle gurur duyabilir. 

Yani kimin neye ne kadar efor harcadığını kendi kapasitenizi referans alarak hesaplayamazsınız. Eğer tek bir referansın evrensel geçerliliği olsaydı tüm maddelerin yoğunluğunu 1 alırdık. Nasıl ki aynı madde farklı yoğunluktaki iki sıvıda üstte ve altta kalıyorsa, davranışlar da farklı insanlarda farklı potansiyellerde yukarıda veya aşağıda şeklinde bambaşka yorumlanabilir. O yüzden de “O olsaydı yapmazdı” dünyanın en saçma cümlesi bence. Evet o olsaydı yapmazdı, çünkü o sen değil. O her sabah koşarak mutfağa gidip kendine bir kahve demlemez, senin güldüğün filme o kadar gülmez, dinlerken dans etmeden duramadığın müziğe senin gibi komik figürlerle dans etmez. O seninle aynı şekilde iyillik yapmaz, çünkü iyiliğin de tek bir rengi yok ve anlaşılan o ki renk körlüğümüzden kurtulmamız için epey bir yol almamız gerekiyor. 

Continue Reading

Özgüven Efsanesi

Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyorduk, son zamanlarda siteme neden yazmadığımı sordu. Cevabı aslında çok basit, soru işaretlerimizin ne kadarını paylaşıp paylaşmamızın sınırı çok belli değil ve o sınırı geçince yargılanma tehlikesi beni korkutuyor.

Ve bu benim sadece kendime atfedemeyeceğim kadar büyük, jenerasyonsal bir sıkıntı. Self esteem mythiyle büyütülmüş bir nesil olarak, özgüveni had bildirmenin yırtıcılığıyla eş görüp sürekli güçlü ve incinmez izlenimi vermek zannediyoruz. Özgüvenle ilgili yaratılan tüm şarkılar ve sosyal medya contentleri kendini iyi hissetmenin manik halini anlatıyor; ben henüz pişmanlıklara ve ara ara düşülen ümitsizliklere şefkat duyacak kadar kendini sahiplenme önermesi yapan bir içerikle karşılaşmadım. Belki de bu yüzden en ufak mutsuzluk kırıntısına bile aşırı bir yüksünmeyle bakıyoruz, sonuçta normal ve ideal olanın her zaman çok yükseklerde kalmak olduğuna alıştırılmışız. Ve tabi normali yerin 300 feet yukarısı belleyince de ne zaman görüş açısı zemine yaklaşsa çok absürdmüş gibi bakıyoruz duruma. Mutluluğu, neşeyi, heyecanı sahiplenmek; ara ara düşmekten, umutsuzluğu da umut kadar normalleştirmekten daha kolay geliyor… Yalnızlığın bile kamusal bir his olduğunu anlayacak kadar yaklaştığımızda gerçeğe, belki o zaman üzerimizdeki “özel biri” olma mythinden sıyrılabileceğiz. Çünkü malum hepimiz “özel” olduğumuz vurgulanarak yetiştirildiğimiz için toleransımız az bazı duygulara ve mutluluğu vaadedilen toprak zannettiğimiz için de sorunun ne olduğunu bile söyleyemeden gayretimizi umutsuzluğa sessizce teslim ediyoruz.. “Özel” olmak ve “değerli” olmak arasındaki farkı anlamak gerekiyor bence, biri hırçınca mutluluğu hak görürken diğer mutluluğunu yaratmak için “gayret” etmeye veya mutsuzsa da bunu ifade etmeye değer buluyor kendisini.

Bugün ben ilk defa korktum dedim atta mesela. Normalde duygularımı rasyonalize ederek söylerim, “korktum çünkü..”, “üzüldüm çünkü…” şeklinde kurarım cümlelerimi… Çünkü benim “default” ayarımda bunlar yoktur (!), olmamalıdır, illa mantıklı bir açıklaması olmalıdır duygularımın, çünkü zekadan arındırılmış hislerin validitysi olamaz benim gözümde. Aksi takdirde kendimi yargılanabilir bir zemine oturtmuş olurum, bu risk beni ürkütür haliyle.

Ama bugün salt korktum demem bile sonrasında çok keyiflendirdi beni. Demek ki kendime sonunda zekam kadar duygularıma da sahip çıkacak kadar şefkat duymaya başlıyorum diye düşündüm.

Bazı cümleleri kurmaktan hepimiz o kadar geri duruyoruz ki (Korktum/ üzüldüm/ düştüm/ yalnız hissettim/ pişman oldum) aslında hepimizin endişesi ortak olsa bile yargılanmaktan korkan insanlar olarak sebepsiz yere çekiniyoruz birbirimizden. Belki de bu yüzden diplerimiz gerçekten dip oluyor. Negatif atfedilen hiçbir şey ortalıkta paylaşılmadığı için,dipleri bir tek kendimiz görüyoruz zannediyoruz. Halbuki en çok yara izini çirkin bulmadan açabilen insanlar sevilmez mi? Bu yüzyılda “rare” olan bu bence. No makeup postlarında bile concealerla doğallık estetikleştirilirken, “naturally pleasing” olmaktansa “raw” olmak çok daha çekici değil mi? Aynı şekilde duyguları mantıkla harmanlayıp kabul ettirmeye çalışmaktansa, “böyle ..” diye netçe belirtip geçmek kendine sadakatin en güzel örneği değil de ne.

 Ve bence tıpkı bir sanatçı gibi, duygusunu ifade edebilen herkes için bir yargılanma tehlikesi var. Eğer denk gelirsek, yargılayanlar için de denebilecek tek şey bazı insanların gerçekten kötü olduğu. Fakat meşhur ve klişe bir sözün dediği gibi zaten kimse herkesin hikayesinde her zaman iyi karakter olarak var olamaz. Ama onlar için yapılabilecek bir şey yok, nasıl ki sanatçı her gün ne derler acaba diyerek iki eli başında zamanı geçirmeye çalışmıyor, biz de kendi yaratımımız olan duyguları utançla lekelemeden paylaşabilmeyiz. Çünkü şayet gerçekten değerli olduğumuza inanıyorsak, bize ait her duygunun da rasyonalleştirilmeye veya normalleştirilmeye çalışmadan vokalleştirilmeye değer olması gerekmez mi?

Continue Reading

Yapmamanız Gereken Birtakım Şeyler

Kendimi önyargılı bulurum, sadece dürüst oluyorum. Sizi biraz tanısam, sizi de önyargılı bulurum. Ama son birkaç gündür görüyorum ki biraz önyargılı olmak ve bunun farkında olmak farklı bir şey, önyargısını sezgi gücü zannedip, bunu bir duygusal zeka ve ya durugörü adletmek apayrı bir şey.. Belki önyargılardan nasiplenmiş olmasam bu kadar tepki göstermezdim. Ama çuvaldız kendisine batınca iğneyi başkasına gerçekten batıramıyor insan. O yüzden lütfen arkadaşınız/iş arkadaşınız/yakınınızla ilgili bir çıkarım yapmadan aşağıda yazdığım maddeleri bir düşünün.

★Instagramda gördüğünüz hayatların iç yüzünü tahmin etmeyi bırakın. 

★Dışarıdan gözüktüğü gibi olmayan yegane insan sadece siz olamazsınız. Özel olmanız tümüyle farklı olduğunuz anlamına gelmiyor. Apayrı demografiklerde olsak bile kendimize has zannettiğimiz duygu yoğunluklarını kolaylıkla aynı hassasiyetle deneyimleyebilirz. O yüzden lütfen yorgunluk/umut/öfke/mutluluk/üzüntü/neşe/hayalkırıklığı sadece size has duygularmış, bunların en yoğununu sadece siz yaşayabilirmişsiniz gibi davranmayın. İnsan olduğumuz gerçeği (eğer tekamülde gerçekten insanlık seviyesine evrildiysek) bile bizi duygudaş yapmaya yeter.

★Mizaçlarına bakarak insanların iç dünyasıyla ilgili çıkarımlar yapmayın. Sadece mizaçtan ibaret olsaydık, psikoloji bilimi ruhu değil bedeni incelerdi.

★Önyargınızın duygusal zekanızla en ufak bir alakası yok. Duygusal zeka insanların olaylar karşısındaki duruşlarını gözlemleyerek yapabileceğiniz çıkarımlardır, ama önyargı sadece kendi aklınızı “kutsal”laştırdığınız için aklınıza ilk gelenle karşınızdakini yaftalamanız, yanıldığınızı kabul etmemek için karşınızdakine yapıştırdığınız etiketi bir türlü çıkarmayışınızdır.. O yüzden kimsenin karakteriyle ilgili, ona olan tek bir bakışınızla; sorunlarını nasıl çözdüğünü bile görmeden, çıkarım yapmayın..

★Eğer tasdikli yogacı/meditasyoncu değilseniz, içime böyle doğdu vs. vs. DEMEYİN. Muhtemelen içinize doğan bir şey yok, geçmiş deneyimlerinizden yola çıkarak beyniniz educated guess yapıyor sadece.

Continue Reading

VAZGEÇMEK

Kişisel gelişim kitaplarının bende çok ayrı bir yeri var. Fakat tam birkaç kitap seçip kasaya yönelsem sıra bana gelmek üzereyken durduruyorum kendimi, kasiyerle göz temasımı kesip, sanki sol tarafta dünyanın en mükemmel kitap ayracını görmüşüm gibi bir ustalıkla yapıyorum bunu. Biliyorum, septik bir davranış. Ama bir sebebim var. Kişisel gelişim kitaplarıyla hayattan beklentim çok yükseliyor, o yüzden durduruyorum kendimi tam alacakken. Evet hayattan beklentimin zaten yüksek olması lazım ama bizim kontrolümüzde olmayan o kadar çok olay var ki. Kişisel gelişimin en büyük handikapı vazgeçmeyi öğretmiyor oluşu. Atladığı olay bu bence, yokluğuna tahammül edemeyeceğiniz hiçbir şeyin varlığını da sindiremezsiniz. Bir şeyi istiyorsak tüm evren bunu oldurmak için çalışıyor sanıyoruz. Aslında tam da Totem ve Tabu’da (Freud) anlatıldığı gibi, bu tarz inançlara tutunuyoruz, çünkü içten içe bazı oluşlarda söz hakkımızın olmadığını bildiğimiz için, belki yeterince inanırsak bir ihtimal oldurabiliriz diye hissediyoruz… Bence asıl bilgelik düşünce gücüyle evrene bir şeyler yaptırabilmek değil, vazgeçebilmek. Sadık değilse dostundan, eğer mutlu gitmiyorsan işinden, gün içinde kendini için sıkılırken buluyorsan da rutinlerinden vazgeçebilmek.. Büyürken bana öğretilen ya da öğrenmek zorunda kaldığım en değerli şeydi sanırım bu. Kişisel gelişimin yüzde doksan dokuzu bunu göstermiyor işte. Mutluluğa giderken elde etmemiz gerekenleri çekmeye o kadar odaklanıyoruz ki.. Fakat acaba istediğimiz kaç şeyi gerçekten istiyoruz, kaçı sadece hırs, kaçı sadece çevremize gösteriş yapma araçlarımız ve en önemlisi kaçı kimliğimizdeki boşlukları dolduracağı yanılsamasına kapıldığımız ağrı kesiciler? Borderline Kişilik Bozukluğu bunun en uç örneği olsa da en güzel kanıtı değil mi en yücelttiğimiz commoditylerin/insanların onlara ağrı kesici vasfı vermeye devam edersek önünde sonunda değerini yitireceklerinin ve onlara aslında en büyük zararı bizim verdiğimizin. 

Son üç aydır neyi istediğimi o kadar çok düşünüyorum ki, bana iyi gelen insanlara bu konuyu çok açtım. Tam istediğim gibi bir cevap alamadım. Onlar, her zaman bir şeyler dilememden yanalar. Evet dileyecek dilekler bulurum, peki ya kalbimden geçerek istediğim şeylerin sayısı dileklerime kıyasla ya çok azsa? Tabi bir de neyi neden istediğime de kafa yorunca, manifestation’dan Jung’a evriliyor süreç. Kısacası neyi dilediğime dikkat etmeye çalışıyorum, çünkü her yeni dilek bir eksiyle geliyor mutlaka, hayatın matematiği bu. Ve bunu en güzel DeMartini anlatıyor. Aslında Demartini okurken de kendisine çok kızdım , benim dalgalı iç dünyamı kötülemesine darıldım ve esas olanın denge olduğundan bahsetmesini de sıkıcı buldum 🙂 Şimdi bir aydır üzerine düşünüyorum ve maalesef ki hak veriyorum.Hayatta hiçbir şey çok mükemmel olmuyor ve olmayacak. Obsesiflik derecesinde mükemmelliyetçiler için hazmedilmesi çok zor bir gerçek. Ve illa bir şeyleri düzeltmek için kişisel gelişim okuduğumuzda da hayatı tamamlanması gereken KPI’lara bölmeye başlıyoruz. Evet her zaman mutlu olamayız belki ama her zaman neşeli olabiliriz, o yüzden de dengede kalmayı kuş bakışı dünyayı seyredip peşin hükümler vermekle karıştırmamak lazım, bunu da çok yapıyoruz açıkçası… Mutluluk seçim değil ama neşeli olmak bir mizaç olduğu için tamamen iradeye bağlı bir seçim. Geçenlerde çok birine ileride katılmak istediğim bir yarışı anlatıyordum, ama muhtemelen asla katılmam dedim. En kötü ne olur diye sordu. En kötü düşerim, tabi bunun yanında rezil olurum, sonra muhtemelen herkesin tek gündeminin benim düşüşüm olduğuna inanırım, beni hastaneye götürürsünüz, e sonra da teselli etmek için yemek ısmarlarsınız, Advent’e de bir hafta ara veririm dedim- gülerek. E o zaman ne olur dedi, şu şu olur ben de en fazla bir gün çok yoğun üzülürüm ama sonra muhtemelen hayata devam ederim dedim. Olay da bu bence. Yokluğuyla baş edemeyeceğiniz hiçbir şeye tutunmamak, en kötü ne olur diye sormak duydulduğu kadar da negatif değil bence.. Belki bu yüzden çoğu girişimci en az iki kere iflas ettikten sonra milyoner oluyor. Varlığı sindirmek için yokluğa tahammül eşiklerini arttırmaları gerekiyor belki de. 

Continue Reading

Hatırlatmalar✨

Umarım duyması gereken herkese bir işaret olur diyeceklerim. 💗👸🏼⭐️

•Hayatta en önemli yetimiz kendimize özen göstermektir. “Kendine özen gösterme” çabası, sorunları görmezden gelme anlamına geliyor çoğu kişi için, halbuki kendine özen göstermek “vazgeçmek” gibi güçlü bir meziyeti de barındırır içinde. Çoğu zaman güncel durumunu korumak için negatif işaretleri görmezden gelen insanları düşün. Sorunlu evliliklerini hayali bir “elalem” için devam ettiren çocuk yetişkinler, ayıp olmasın diye susulan haksızlıklar.. Halbuki sorunlu evliliğini sonlandıran bir kadın, sorunları görmezden gelip kendi benliğini yok sayan bir partnerle devam eden bir kadından daha saygındır. Çünkü çocuğuna kendine değer vermek için; vazgeçmenin de ödenmesi gereken normal bir bedel olduğunu gösterir. Şunu unutma, kendi gerçekliklerini yıkabilen insanların cesareti, yeniden inşa edeceklerine duydukları güvenden ileri gelir. Onları yargılama, alkışla.

•Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın mantığı sadece dizilerde işe yarıyor. Kimse seni sustukların için ödüllendirmeyecek. İstediğin uyumlu ve uslu bir hayatsa, o zaman isteklerini sorgulayarak başla işe. Ve eğer hayatını hakkını vererek yaşamaya karar verirsen de kabul et, bazen ağzını açıp gözünü yummak da normaldir. Kontrollü öfke, kendine sahip çıkmak için kullandığın öfke sağlıklıdır, neyi kabul edip etmeyeceğinin, sınırlarının olduğunun işaretidir.

•“Toplum ne der” baskısını hissetmek, kendi hayatının sorumluluğundan kaçmaktan başka bir şey değil. Eğer kendini bu kadar azımsayıp toplumu da bu kadar yüceltiyorsan bilmelisin ki senin hayatında yaptığın en önemli değişiklik bile maksimum on beş dakika konuşulacak, çünkü sen sadece kendi hikayenin baş karakterisin. O yüzden atmayı ötelediğin her adım için başkalarını suçlamaktan vazgeç, değerlisin, ama pek de önemli değilsin.

•Bir şeyden vazgeçmek üzereysen, muhtemelen neden vazgeçmemen gerektiğiyle alakalı binbir bahane duyacaksın. Çünkü kendi prangalarının bileklerine yaptığı izlerle yaşayan insanlar, senin zincirlerinden kurtulup dans etmeni izlemek istemeyecekler. Seni sevmediklerinden değil (ki eğer bu senin için o kadar önemliyse), seni izlemek kendi acılarını hatırlatacağı için.

•Travmalar gerçek değil, her şeyi fi tarihine yükleyip yaşamının sorumluluğunu almaktan, hatalarını “napayim tabiatım böyle” diye hafifletmekten vazgeç. Tıpkı suçu topluma atmak gibi, sorumluluğu annene/babana/seni yetiştirenlere atmaktan vazgeç. Sürekli geçmiş yaralarını deşmek bir noktada dikiz aynasına bakıp şehirlerarası araba kullanmak gibi. (Belki de bu yüzden Freud ve Jung, Adler’den daha popüler; travma narrative’i “bak aslında sana böyle olduğu için sen bu şekilde end up etmişsin” diyerek danışanı rahatlattığı için)

•Sıradaki, psikoloji desteksiz kişisel gelişim kitaplarının hepimize ilettiği nihai narrative: en pozitif insanların pürüzsüz hayatları olur. Halbuki olayların akışını ve insanları birbirinden ayırırsak çok net görürüz, en pozitif insanlar zamanında en ağır pürüzlerle baş ettikleri için şuanda da pozitif kalabiliyorlardır. En çok kendilerine sadık oldukları için gereksiz tüm bağlardan vazgeçmişlerdir, ruhları özgürdür.

Continue Reading