Çağımızın Hastalığı: Mutluluk Salgını

Özellikle bizim jenarasyonlarda olan manik halde bir mutlu olma güdüsü var. Bence çoğumuzun tatmin olamayışının, her başarıyı bir sıçrama tahtası gibi görmemizin altında yatan da bu bizi nefessiz bırakan mutlu olma takıntısı. Öz değerimizi o kadar çok dışsal confirmationlara bağlıyoruz ki, olanı sevmeyi unuttuk. Örneğin ben organik market gezmeyi, evime alacağım her gıdayı en iyi neresi yapıyorsa üşenmeden gidip o lokasyondan almayı seviyorum; fakat en son ne zaman bunu yaptım hatırlamıyorum. Bu jenarasyona dair eleştirdiğim her özellik bende var, başka türlü de nasıl varolabiliriz bilmiyorum, bize öğretilmedi. Kişisel gelişim kitaplarında da her daim huzurlu ve mutlu olmak sanki doğal bir statemiş gibi lanse edildiğinden dolayı; en ufak bir huzursuzluk bile bizlere veba’ymış gibi geliyor. Instagrama girdiğimde veya TikTok izlediğimde (evet utanarak söylüyorum beni bir TikTok hesabım var) gördüğüm her şeye aynı anda sahip olan insan profili bana ilham vermekle beraber aşırı derecede yormaya da başladı.. Mükemmelliyetten çok sıkıntıları normalleştirmemiz gerekiyor. Kötü hissedince neden böyle hissediyorum sarmalına girmektense, bugün de biraz böyle oldu diyebilmek en büyük kişisel gelişim bence.

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sanki her şeyi aynı anda elde etmek zorundaymışız gibi. Ama inanın ne günlük hayatımızda karşılaştığımız kişiler, ne sosyal mecralarda takip ettiğimiz influencerlar; kimse aslında her şeye sahip değil. Algı operasyonu üzerinden yönetilen yaşamlarımızda bunu hatırlamak çok zor, farkındayım.. Mükemmel görüntülerimizin dışında bizlerden beklenilen; 30 yaş altında Forbes 30 Under 30 eşleniği bir yere konumlanmamız, sağlıklı beslenmemiz (ki bu arada bunun için de ciddi bir meal prep time’ı gerekiyor), ailelerimizle yeterli vakit geçirebilmemiz, bunları yaparken kendi anlam arayışımıza da devam ediyor olmamız, mesleğimizle alakalı global trendleri takip ediyor olmamız ve tüm bunları yaparken yorulmamamız aksine çok mutlu olmamız.. Bu alanların hepsinde yüzde yüz olamadığı için bana gelen arkadaşlarıma hep söylediğim şey; aslında kimsenin ne yaptığıyla alakalı bir fikrinin olmadığı. Bir amacınızın olması çok güzel ama maalesef çok değişkenli hayatlarımızda destinasyonu belirlesek de oraya ulaşırken çizdiğimiz rotaya nadiren sadık kalabiliyoruz.

Bunlara değinmiş olmam tabii ki de gerçekliğimizi değiştirmeyecek. Ancak zaman ayırıp okuyanların şunu bilmesini istiyorum ki, çoğumuz elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Örneğin az önce; çok az tanıdığınız birinin yazısına girdiniz belki bir faydası olur diye, bu bile kendinize sadakatinizi göstermez mi? Belki yaptıklarımız zihnimizin içinde sürekli konuşup duran iç seslerimiz için yeterli değil; ama sandığımızın aksine iç seslerimiz her zaman doğruyu söylemez. İç seslerimiz (eğer Tibette yaşayan bir guru ya da yetkin bir psikolog değilseniz) sadece kendi yaşamımızdaki olayların örüntüsünden ve hormonlarımızın o günkü modundan oluşuyor. Objektif olarak bakmayı başarınca; gündeki 24 saatin 8’ini uykuya; 9’unu işe, 1’ini spora, 1 buçuk saatini de yola ayırdığımızı düşünürsek; şu ana kadar yaptıklarımız, kendimize her yarım saatte bir koyduğumuz KPI’lardan çok daha değerli. Hala bazı şeyleri yapamadığınızı düşünüyorsanız, hayatınızla alakalı net bir hedefiniz yoksa bu sizi “yetersiz” değil, “insan” yapar.

Continue Reading

Detachment

Kişisel gelişimin saçmalıklarından biridir, ihtiyacımız olmayanlardan arınmayı öğretmek yerine bizi daha fazlasını istemeye zorlar.

Detachment nedir? Hayatin bana daha iyisini sunamayacağına inandığım için elimdekini bırakmak istemiyorum demektir. Bağımlı değil bağlı ol klişesini bir tarafa bırakırsak: detachment aslında kendine, hayata ve Allah’a güvenmemektir. Kendine güvenmezsin, çünkü içindeki durumdan daha iyi bir duruma geçerken karşılaşacağın limbo ile nasıl baş edeceğini bilemezsin; hayata güvenmezsin çünkü hayatını sadece içinde bulunduğun snapshotla yargılarsın ve büyük resimde hangi derdinin neye hizmet edeceğini bilemezsin, Allah’a güvenmezsin çünkü elinde inatla tuttuğun isi/ ilişkiyi/ toksik arkadaşını bir bırakabilirsen sana çok daha iyisini verebileceğini anlayamazsın. Aslında detachment kendi içinde bir paradokstur. Hem daha iyisini istersin ama hem de şu anda elindekini kaybetmekten de korkarsın. Ve sırf korktuğun için sıkı sıkı tuttuğun her şey bir gün mutlaka dikenleriyle ellerini acıtmaya baslar. Bilerek gelmekte olduğunu görmediğin şey sonunda dayanılmaz hale gelince işte o zaman yapılacak en vasat şey hayati ve Allah’ı suçlamaktır. Bu tarz bırakamama -iŞi, ilişkiyi, arkadaşı- söylemlerini duyduğumda en başta bir yadırgarım. Çünkü anlık bir acıdan kaçmak için tüm hayatını gerçekten miserable bir şekilde geçirme fikri bana IQ geriliği belirtisi gibi gelir. Ama bu muhtemelen hepimizin yasam döngümüzde kolektif olarak en az bir kez yaşadığımız yanılsamalardan biridir: olmayanı olmasını istediğimiz şekilde görür, kendimizi inandırırız ve bazen bunu spiritual bullshite bile evriltip çekim yasası süsü vererek zorla isteriz. Kişisel gelişimin saçmalıklarından biridir, ihtiyacımız olmayanlardan arınmayı öğretmek yerine bizi daha fazlasını istemeye zorlar. Geçenlerde bir podcastte duydum, “Belki de Allah’ın seni layık gördüğünden çok daha azını istiyorsun ve bunu sana vermediği için de kızıyorsun.” Unutma, sen hayatinin çok küçük bir kısmını, çok küçük bir açıdan görüyorsun. Büyük resimde neyin nasıl konumlandığını bilemezsin. Bunu bilmediğimiz için de olaylarla ilgili anlık değerlendirmeler yapmak çok vasat geliyor bana. Vasat dediysem de, bu anlık değerlendirmeleri ben de sik sik yapardım zamanında. Ama geçenlerde çok sevdiğim bir insan (bunu okuyorsa onun bilgisine çok hayran olduğumu bilsin:), “Biraz beklersen olaylar zaten iskambil kağıdı gibi önüne dökülecek” dedi, “şu an bir değerlendirme yapman için çok erken çünkü elinde hiçbir data yok” diyerek de ekledi. Türk dizilerinde neden sürekli drama vardır biliyor musunuz? Çünkü bizim insanimiz damarlarındaki Akdeniz kanından ötürü çok çabuk tepkimeye girer. Olaylar çok çabuk gelişir, pireler deve olur. Beklerse teker teker kartların önüne açıldığı masayı dağıtır gider, sabırsızdır. Uzun süredir günlük tutuyorum (uzun sure=tüm hayatim) geçenlerde eski yazdıklarımı okuyunca sunu fark ettim, zamanında tam bir katastrofi, hatta hayatin sillesi olarak yorumladığı her şey aslında benim için bir blessingmis -daha iyi bir eğitim, daha yüksek özgüven ve yeterlilik kazandırmış. Kısacası hayata güvenmek gerekiyor. Önümüzü göremediğimizde bile. Bazıları hayati araba sürmeye benzetiyor. Bence alakası yok çünkü araba kullanırken en azından belli bir mesafeye kadar görüş açımız oluyor. Ancak hayatta öyle değil. Olasılıklar çok daha fazla. Ve ihtimaller gerçekten tahayyül ettiğimizden bambaşka olabiliyor. O yüzden de inatla bizim için iyi olan bir fantezi kurgulayıp kafamızda ona inanmaktansa, gerçeklerden keyif almayı ögrenip bazen yaşamın trajikomikligine gülmeye davet ediyorum sizi. Odağınız kadar büyütürsünüz insanları ve olayları. Bunun farkındalığını kazanınca: hayatınızdaki aktörlerden, karakteri ağır basmayan herkes zaten kafanızda da önemini yitiriyor. Kendi gerçekliğinizi ve öz değerinizi tam anlamıyla kanıksayabilince zaten başkaları için ne gereğinden kotu ne gereğinden iyi düşünmeye yeriniz olmuyor çünkü…

Sevgiyle

Continue Reading

KİTAP: KENDİNİ ARAYAN İNSAN- ROLLO MAY

“. . .İnsanların çoğu, hayatlarını sürdürebilmek için başkalarına dokunmak zorunda olan görme engelli kişilerden farksızdır” (May)

Kitap günümüzün en büyük sıkıntısının, yaşamsal faliyetlerimizi tehdit eden somut problemler değil, ruhsal yaşantımızı altüst eden bir anksiyete çağında yaşamamız olduğunun altını çizerek başlıyor.  Anksiyetemizin sebebiyse, yaygın inancın aksine yaşamın belirsizlikleri değil, aksine bizden beklenenlerin oldukça net olmasından kaynaklanıyor. Bizden beklenenin ve bizim olmak istediğimizin arasındaki uçurumsa “anksiyete”nin ana nedeni olarak tanımlanıyor, hatta kitapta Rollo May’in bir danışanının kendini kendisinden beklenenleri yansıttığı bir aynalar toplamı olarak gördüğünden de bahsediliyor. Bu her ne kadar uç bir tanım olsa da, skalanın farklı uçlarında aynı duygu birçokları tarafından kolektif olarak yaşanıyor. Artık kilisenin katı kuralları veya çeşitli politik partilerin faşizmlerine biat ederek yaşanmasa da, Erich Fromm’un deyimiyle “anonim otoriteler” gündelik hayatlarımızı tekellerine almış durumda. Duygularımızın ve düşüncelerimizin validitysi anonim otoriteler tarafından gördüğümüz kabule orantılı olarak artıyor. Oysa “anonim otoriteler” olarak kastedilen (elalem), uyum sağlamak ve dışlanmamak için sürekli radarları açık gezen bir insan topluluğundan başka bir şey değil.

İnsanın uyum sağlama takıntısının toplumsal başarı göstergesi haline getirmesinin en büyük kanıtlarından biri,  artık yalnız kalmaktan korkuyor oluşu. İçteki boşluğa hayattaki eylemsizliğin sebep olmasıyla yüzleşmek yerine, onay arayışıyla o boşluğu dolduracağımıza inanılan bir çağdayız. May bu noktada insanın sosyal bir tür olduğunu inkar etmiyor, ona göre asli sorun, bir davete gidip varlığından keyif alınan bireylerlerle kaliteli vakit geçirmenin o davete “davet edilmiş olmanın” verdiği kabul görme duygusundan daha az önemli hale gelmesi. May’e göre en bağımsız görünen entelektüeller bile gitmeyecekleri davetlerin davetiyelerini almaktan hoşlanıyor.  

Genelde anksiyetenin psikolojik destek alan ve nevrotik olarak yaftalanan bir kitleye has olduğu düşünülse de, May “farkındalığı belli bir eşiği geçen her bireyde belli dozda anksiyete oluşur” teziyle bunu yalanlıyor. Hayatta kendisinden beklenenlere comply etmek dışında bir etki gücü olmadığına inanmak insanı “boşluk” duygusuna sürüklüyor ve May bu boşluk duygusunu daimi olarak bastırmaya çalışanları “içi boş insanlar” olarak tanımlıyor.. May’e göre her ne kadar insan, içindeki boşluğun onu yutacağından korksa da; boşluk duygusu, savunma mekanizması olarak geliştirilen yapmacık bir duyarsızlıktan daha tehlikeli değil. Yaşamdaki olaylar ile alakalı ne hissedeceğinin ve nasıl davranacağının içgörüsünü bile başkaları üzerinde uyandırabileceği izlenimi düşünerek tasarlamak insanı kendi benliğine yabancılaştırıyor… Din ve politik sistemlerdeki fanatizm de buna dayanıyor, ahlak artık aktif bir katılımla yaşamın gözden geçirilme süreci olarak değil, nasıl davranılması gerektiğinin dikte edildiği bir doktrin olarak görülüyor. Bu noktada yazar, dini aktif düşünme süreciyle devam eden bir sistem değil, sorgulamadan itaat edilen bir eylem planı olarak görenlerin düşük benlik algılarından sözü açıyor. May’e göre ateizm de körkütük inanç da aynı noktaya çıkıyor. Fanatik ateizm, kişinin benlik bilincinin din veya herhangi bir dış faktör ile yok edileceğini düşünecek kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Aksine fanatik inançsa, kişinin kendi aklına güvenemeyip ezberletilen değerler üzerinden hayatını sürdürmek için sığındığı bir kolaya kaçış limanı olarak tanımlanıyor.

Her ne kadar verdiği fikirlerin faydası yadsınamaz olsa da, benim beklentilerimi tam anlamıyla karşılayan bir kitap olmadı. Tabi bunda  OkuyanUs’un kötü çevirisinin de etkisi olmuş olabilir, ancak bana göre asıl sorun May’in daimi olarak Kierkgaard, Nietzsche, Hegel ve Shakespeare’in fikirlerini paraphraseleyip tartışmayı kendi görüşlerini de ekleyerek beklediğim kadar derinleştirmemesiydi. Eğer bahsettiğim yazarları okumadıysanız öncelik olarak bu kitabı değil de Nietsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünü veya Hegel’in “The Phenomenology of Spirit”ini okumanızı tavsiye ederim.  

Continue Reading

HAYATIN DÖNGÜLERİ / ŞEMA TERAPİDE “ŞEMA”

En yakın arkadaşıma fanatizmle hayatımı interprete ettirmeye çalışmadığım zamanlarda, tanıdıklarım karşısında oldukça iyi bir dinleyiciyim diyebilirim. Cephede atağa karşı savunma yapar gibi anlatılanlara nasıl akıllıca cevap vereceğinin muhasebesini yapan bir jenerasyonda bence dinleyebilmek çok sıkı bir özellik. Fakat tüm gerçek dinleyicilerin de bildiği gibi, genelde bizlere periyodik aralarla anlatılanlar, anlatanın yaşamındaki ana temanın farklı karakterlerle tekrardan kurgulanmasından ibaret oluyor.

İnsanlar aynı döngüleri A-B-C kişileriyle farklı settinglerde tekrar tekrar yaşıyor, buna da “talihsizlik” diyorlar.  Öz farkındalığı düşük olmak her ne kadar cehalet mutluluktur mitini yaşatsa da, düşük bir öz farkındalık insanın elinden kaderini kontrol edebilme gücünü alıyor ve hayatını -her ne kadar klişe bir ifade olsa da- kişinin “başına gelenlerden ibaret” kılıyor.  İki sene önce YouTube üzerinden şema terapiyle tanıştım. Benim için hem çok iyi hem oldukça talihsiz oldu diyebilirim. Böylelikle kendi yaşamımda tekrarlayan paternleri fark etmemle birlikte, çevremin de aralıksız döngülerde tekrarlayan yaşam öykülerini gördüm.. Ve tıpkı bir şeyi fark ettikten sonra kayıtsız kalmanın imkansızlığı gibi,  artık kendi yaşam öykümde ve çevremdekilerin hayatlarında ortak paternlere karşı umarsız kalamamaya başladım. Şema terapinin amacı, yaşam öykümüzde tekrar eden senaryoların hangi ortak karakter özelliğinden evrildiğini analiz etmek. Çok baside indirgenmiş bir örnek olsa da, değersizlik inancı benlik çekirdeğine yapışmış bir insanın tüm hayatı boyunca başkaları tarafından “değerlisin” sözünü işitebilmek adına inanılmaz eforlar sarfetmesi fakat her eforla daha da kendini küçültmesidir “şema”. Çünkü önünde sonunda adamın çevresindekiler kendilerinden takdir almak adına gösterilen bu çabaların yoğunluğundan ve sürekliliğinden güç alarak, adamın eforlarını kendilerine hak görür. Çevrenin bu tutumu, adamdaki değersizlik hissini azaltmaz, aksine pekiştirir.. “Self conscious” kelimesini negatif anlamda kullansak da, hayatımıza yön veren çekirdek duyguları analiz ederken “self conscious” olmak zorundayızdır… “Self consicous” olmanın negatif çağrışımının altında yatan gizli neden duygusal farkındalığın sebep olabileceği o muhteşem dönüşümden önce, kişinin tüm savunma mekanizmalarının farkına vardırtarak kendine oluşturduğu kavramsallaşmış benliğini paramparça etmesidir. Fakat kendi hayatımızı kendi kelimelerimiz, kendi davranışlarımız ve inançlarımızla idame ettirirken ve içinde bulunduğumuz kaos artık bizim konformist yerleşkemize dönüşmüşken, bir anda yaşam alanımıza yabancılaşıp içinde bulunduğumuz durumun analizini yapabilmek çok zor. Bunun en iyi ilacıysa zeki dostlar edinmek. Yanlış anlamayın, ne kadar çok arkadaşınız varsa siz pekala o kadar iyi ve uyumlu bir insansınız manasında demiyorum bunu (bu aksine kabına göre şekil alıyorsun demenin kibar şekli olurdu). Demek istediğim, IQsuna güvendiğiniz insanlara izin verdiğiniz konularda yorum getirmesini istemeniz sizin faydanıza olur. Çünkü kendi kelime dağarcığınızın kısıtlı kaldığı durumlarda, içinde bulunduğunuz durumsallığı onlar kendi farklı lügatlarıyla anlatmaya başlar size. Kısaca aynı eserin fransızca ve ingilizce çevirilerinde nasıl farklı üsluplar ortaya çıkıyorsa, hayatınızı farklı bir üsluptan dinlemek iyi gelebilir, aynı temaları yüzünüze çarpan kör noktalarınıza farkındalığınız artar bu şekilde. Şunun altını çizeyim, bunu akıl dilenmek manasında söylemiyorum. İçinde bulunduğunuz duruma farklı bir narrative getirir zeki dost. Ve bir noktada arkadaşlık tanımınız, suya sabuna dokunmadan gündelik işler üzerine birbirinizi uyuşturan bir sohbetten ziyade, güncel statüsko değerlendirmelerine evrilir. Tabii ki arada tek gündemin Black Friday indirimi olduğu buluşmalar da olacaktır, ama esasen yaşam amacı comply etmektense özünü bulmak olan dostla kahve içmenin keyfi de bambaşkadır. Yani zeki dost sizin şemalarınızı gören bir dosttur ve bunu söyleyebilecek audicitysi olan biridir. Peki hayatımızdaki durumsallıkları nasıl paylaşırız bir başkasıyla ki bizim döngülerimizi görsün? Leonard Cohen’in de aklımıza kazıdığı meşhur sözünde olduğu gibi, “There is a crack, a crack in everything That’s how the light gets in.”. Yani eğer biriyle paylaşacaksanız bu “hata”larınızı, hataların çirkin olmadığını anlamak gerek. Kendinize dair hiçbir şeyin çirkin olmadığını idrak ettiğinizde ancak gerçekten bir başkasının sizi anlamasına müsaade edebilirsiniz. Aksi halde başkalarının size en ufak bir yorumu dikişi kapanmamış ameliyat izine parmak atılması gibi irite eder sizi. Bir bakıma paradoksal olsa da şemalarımız üzerinde çalışmaya cesaret edebilmek için sahip olmak zorunda olduğumuz anlayış seviyesine geldiğimizde aslında şemaları da çözmüş oluyoruz.

Continue Reading

KİTAP: İNSANI TANIMA SANATI- ALFRED ADLER

İnsan tanıma sanatının zorluğu, güdüleri üç km öteden görülebilen nevrotikleri analiz etmek değil, en yakınımızda olup iç dünyası ve hayat amacıyla alakalı hiçbir fikrimiz olmayan insanları anlayabilmektir.

Kitap 1920 senesinde Viyana Halk Enstitüsünde verilen bir senelik seminerlerin bütününden oluşuyor. Yazıldığı dönem Viyana çevrelerinde Freud’un gölgesinde kalan Adler’e “ergen psikoloğu” damgası yapıştırıldıysa da; tezlerinin bu yüzyılda hala ayakta oluşu, bu damgaların asılsızlığının kanıtıdır. Adler’in insan ruhunu incelemeye ilgi duyan her birimize yaptığı yegane uyarı, esasen mental normlara uymadığı gerekçesiyle toplum dışına itilenlerle, normal gördüklerimizin nevrozlarının benzer oluşudur. Fakat ruhsal anormaller kişisel gerçekliklerini maskeleme becerisinden yoksundurlar, bu yüzden de kendilerini bizlerden kolay ele verirler. Adler’e göre normal subjektiftir, ancak illa ki bir çerçeveye sığdırılıp kategorize edilecekse, “normal” toplumda yaygın olandır ve mutlak olabilmeye en yatkın gerçek toplumdur. İnsan tanıma sanatının zorluğu, güdüleri üç km öteden görülebilen nevrotikleri analiz etmek değil, en yakınımızda olup iç dünyası ve hayat amacıyla alakalı hiçbir fikrimiz olmayan insanları anlayabilmektir. Bu insanları anlayabilmek için de öncelik olarak çocukluk yaşantılarını öğrenmek ve yakın ilişkilerindeki tavırlarını gözlemlemek şarttır.

Adler’in kitap boyu sunduğu en önemli tez, “Bireyin ruhsal devinimi hep aynı kalmakta, ruhsal olayların dış görünümü, somutluk derecesi, dışavurum biçimi değişmesine karşın, bu olayların dayandığı temeller, amaç ve dinamizm, kısaca ruhsal yaşamın amaç doğrultusunda devinimini sağlayan tüm öğeler değişmeden varlığını sürdürmektedir” (Adler 27). Çocukluk döneminde şuan sansürlediğimiz güdülerimizi, savunma mekanizmalarımız ruhumuza konuşlanmadan filtresizce ifade etmemiz; psikoterapilerde çocukluğa önemli bir ağırlık atfedilmesinin sebebidir. İnsanlar ilk yaşlarında edindikleri dünya algısından kolay kolay sıyrılamazlar. İlerleyen yıllardaki davranışları, ilk yaşlarında edindikleri dünya algısını referans alarak belirledikleri amaçlara ulaşmak için gösterdikleri dışavurumdur. Fakat şunu da göz önünde bulundurmalıyız, aynı dünya algısına sahip iki çocuk çok farklı davranış modelleri edinebilir. Otoriter baba sahibi iki erkek çocuk, çok agresif veya çok utangaç olmak üzere iki ayrı uçta dışavurumlar geliştirebilirler. Agresif olan çocuk, hayatı boyunca korku yöntemiyle babasının sahip olduğu itaate sahip olmaya çalışırken; utangaç olan, iyi niyet perdesiyle çocuklukta bir türlü göremediği sevgiyi edinmek ister.

Sadece mental ve fiziksel hareket özgürlüğü olan canlılarda bir ruhsal yaşam vardır. Bitkinin bir ruhsal yaşamı olması ona hiçbir şey kazandırmaz. A noktasından B noktasına gidebilme özgürlüğü olan insanlarda ayakların işlevselleşmesi gibi; hayatının kontrolünü ele alabilme becerisine sahip canlılarda bir ruhsal yaşamın varlığından söz edebiliriz. Ruhsal yaşamın işlevi kendimizi savunmak ve varlığımızı garanti altına almaktır. Çocukluk yaşamında edindiğimiz gözlemler bize varlığımızı garanti altına almamızı sağlayacak bir “amaç” verir. Fakat Freud’un aksine Adler için bir amaca giden binlerce farklı yol olabilir. Herkes için farklı ve yegane olan amaçların cinselliktense toplumu ön plana alması ve doğa yasasının insan yasasıyla bir tutulamayacağına inanması Adler’i Freud’dan ayırır. Adler’e göre bir insanın iç dünyasıyla ilgili kilit bilgileri hemcinsleriyle olan iletişimlerini takip ederek edinebiliriz. Ben Freud’un kuramlarını çağ dışı bulmayan biri olarak, en doğru yorumun sentez şeklinde çıkarılabileceğine inanıyorum.

Çocuk ne zaman canının istediği gibi davranmak istese, uygarlığın varlığını karşısında bulur. Aslında tayin edilmiş yaşam çizgisi aile ve toplum tarafından bir paket olarak eline verilir ve çocuk için hayat gerçekten istedikleriyle, beklentilere ne kadar uyum sağlayabildiği arasında gitgellerlerle dolar. Bu gitgelleri normalize edip karşısına duvar gibi dikilen uygarlığın altında ezilmemek için dokunulmazlığını ilan etmek, güç kazanmak ister çocuk. Adler’e göre tüm amaçların ortak noktası bu güç istencidir. Aşırı sevecenliğin bile. Büyürken sürekli olarak “Seni bu kadar sevdiğim halde şimdi bu dediğimi yapmıyor musun” güzellemesini duyan bir çocuk, sevgi kisvesi altında biat edilmek ister. Bu tür bir çocukluk yaşantısı geçiren bireyler sevgi maskesi altında  otorite kurmak ister. Dolayısıyla Adler önemli bir uyarı yapar, bir aile içinde çocuğun bir ebeveyne gösterdiği aşırı yakınlığın asla gözden kaçırılmaması gerekir. Çünkü bu yakınlığı, varlığının devamı için önkoşul kabul eden çocuk, yavaş yavaş kendine rakip olarak gördüğü tüm herkesi elimine etmeye çalışır (kardeşi, kuzenleri ve belki başka bir ebeveyn).

Önemli bir başka noktaysa kişinin yaşam öyküsündeki hangi olayları hatırladığıdır. Çünkü kişi sadece kendine yakıştırdığı kişilik algısını tasdikleyen anıları hatırlar. Bu yüzden gerçek bir kimlik algısı oluşturabilmek için kişinin terapiste çevreyle ilişkisini anlatması, öz farkındalığını aktarması kadar önemlidir. Çevreyle olan ilişkisi bazen kişiyi kendini gereksiz yere yargıladığı durumlarda aklayabilir, veya aksine masumluğunu ilan ettiği koşullarda aslında hiç de suçsuz olmadığı gerçekliğiyle yüzleştirebilir. Örneğin masumane gözüken bir unutma, aslında bilinçaltında kendisine biçilen bir göreve başkaldırı niteliği taşıyabilir. Bir ev kadınının sürekli olarak gündelik sorumluluklarını unutması, aslında agresifçe başkaldırsa kabul edilmeyecek olan ev kadınlığından istifasını, kabul edilebilir yapar.

İnsanlar hakkında birçok yaklaşım türetebilirsiniz, fakat Adler gibi bir öğretmenden öğrenmedikçe acemi saptamalarınız o günkü modunuzun yansıması olmaktan öteye geçemeyecektir.  Samimi olarak insanları anlama tutkunuz ve çabanız varsa bu kitap kesinlikle bir MUST.

Continue Reading

KİTAP: KABUL VE KARARLILIK TERAPİSİ (Acknowledge and Commitment Therapy)- Steven C. Hayes ve Jason Lillis

Düşünce ve duygu sistemlerini değiştirmeye çalışmanın en büyük handikapı, hasıraltı ettiğimiz her inancın şiddeti çok yüksek patlamalar halinde önünde sonunda varlığını ilan etmesidir. Dolayısıyla ACT’nin psikoterapötik yaklaşım olarak acısız bir hayatı amaçlamaktansa acıyı kabul etmeyi hedeflemesi beni oldukça etkiledi. Kitap uzun bir tarihçe ile başlıyor. Fakat psikoloji temelli bir eğitim almamamdan da kaynaklı olarak bu tarihçede benim kendime not etmeye kayda değer bulduğum tek nokta ACT’nin, aşinalığım olan CBT (Cognitive Behavioral Therapy)’nin 3. Jenerasyon bir alt dalı olması.

Kabul ve kararlılık terapisinin esas amacı mindfulness ve kabul etme süeçleriyle, kişide bir psikolojik esneklik yaratmaktır. Psikolojik esneklikse, duyguları ve düşünceleri bastırmadan (fakat özdeşleşmeden de) kabul etme becerisidir. Psikolojik esnekliğin ne olduğu 6 maddede özetleniyor:

  1. Kabullenme
  2. Bilişsel Ayrışma (düşünceleriniz siz değil)
  3. Mevcut Ana Dikkat
  4. Benliğin Perspektif Algısı
  5. Seçilmiş Değerler
  6. Kararlı Eylem

ACTnin bu değerlerle amaçladığı, danışanın adeta büyüteçle kendine yaklaştırıp overanalyze etmeye çalıştığı problematik iç yaşantısını; kendi benliğiyle zihinsel monologlarının arasına sağlıklı bir mesafe koyarak -bilişsel ayrışma- gözden geçirmesidir.

  1. Kabullenme: ACT’de kabullenme metodu, deneyimsel kaçınma veya kontrol stratejilerine karşı sağlıklı bir alternatif olarak öğretilir. Bir olayın gerçekleştiğini kabul edecek fiziksel bir hafızaya sahip olmak, o olayın gerçekleştiğini zihninizde ve kalbinizde kanıksayabilmekle aynı şey değildir. Kabullenme derken ikincisini kastediyoruz. Ölüm örneği üzerinden gidelim. Birinci dereceden yakınınız vefat ettiğinde, kaybı sizi aylar ve belki yıllar süren bir yasa boğar. Bir süre sonra onu hatırlamak istemezsiniz. Hatta yas duygunuz altından kalkamayacağınızı düşündüğünüz kadar güçlüyse belki eşyalarını bağışlarsınız veya belki daha hafif bir tepki olarak onu hatırlatan mekanlardan kaçarsınız. Fakat onu unutmayı gerçekten diliyorsanız, o zaman hafızanızdan bir daha asla tekrarını yaşayamayacağınız güzel anılarınız ve kutlamalarınız da yok olur. Acı çekme korkaklığınız yüzünden böyle bir yoksunluğun yükünü taşımaya gerçekten gönüllü müsünüz? Bu örnek bir kaçınma örneğiydi. Gördüğünüz gibi yakınınızın vefat ettiğini “acknowledge” etmek ile “accept” etmek arasında çok büyük farklılıklar var. Yaygın ve keza daha hafif duygusal şiddet içeren başka bir deneyimsel kaçınma örneği ise, kilo verinceye kadar ilişki yaşayamayacağına inanan bir vücut dismorfik bozukluğu vakası olabilir, ya da stresli ve anlaşmazlıklarla dolu bir boşanma sürecinden geçtikten sonra bir daha evlenemeyeceğine koşullanmış bir adam . . . Eminim sizin de kendi hayatınızdan verebileceğiniz örnekleriniz vardır.
  2. Bilişsel Ayrışma: CBT’deki düşünce günlüğü çalışmaları gibi, bilişsel ayrışma eylemi de düşüncenizin sizden farklı bir yaşamöyküsü olduğunu, geçmiş travmalarınızdan beslendiği için düşüncenizi asla tamamen alt edemeyeceğinizin bilincinde olarak, onu daha özenli fakat benlik algınızla kaynaştırmadan ele almanızı talep eder. Anksiyete oluşturan düşünceyi zorla değiştirmeye veya kontrol altında tutmaya çalışırsanız, stres yükünüzü daha da arttırır ve hiçbir ilerleme kaydedemezsiniz. Yaratıcı umutsuzluk kontrolü gevşetip duygunuzun da sizden ayrı bir yaşantısı olduğunu kabul edip tükenmesi için zaman tanımaktır.
  3. Mevcut Ana Dikkat: Mindfulness pratiği yapmak sizi içinde bulunduğunuz ruminasyon döngüsünden kurtaracaktır. İşe nefes egzersizleriyle başlayabilirsiniz. Mindfulness’ın başarısı MBSR programlarıyla da kanıtlanmıştır. Ancak şunu söylemeliyim ki, şahsen ben mindfulnessi büyük bir özenle yapamıyorum. O yüzden terapötik bulduğum başka hobilerde (at/ yürüyüş vb.) anda kalmayı deniyorum. Siz de aynı yolu seçebilirsiniz.
  4. Benliğin Perspektif Algısı: “Birine kim veya nasıl biri olduğunu sorarsanız size genel anlamda hayat hikayesini, kişisel geçmişini ve yaşamında öne çıkan özelliklerini anlatacaktır (…) Bu “kavramsallaştırılmış benlik”tir. Yani, bireyin kişisel anlatısı ve değerlendirmeci bir tarifidir. (…) Kavramsallaştırılmış benlik her zaman işlevvsel bir yalandır. Çünkü bilinmesi olası şeylerden daha fazlasını iddia eder ve doğal olarak halihazırda bilinen her şeyi aşırı yorumlar.”(Hayes 87). Kavramsallaştırılmış benliğinizin farkındalığından uzak yaşarsanız, kimliğiniz kendi kendinize içinden çıkmaya izin vermediğiniz bir hapishaneye dönüşür. Benliğin perspektif algısıysa, geçmişteki acı tatlı deneyimlerinizin o anki bilgi birikiminiz, hayat tecrübeniz ve duygusal durumunuzla değerlendirilmesini talep eder. Yani bir nevi olaya iki boyutlu bakmaktansa, derinlik katarsınız.

Egzersiz: Şuanda deneyimlemekte bulunduğunuz bir negatifliğe perspektif alarak bakmak isterseniz, kendinizin 5-10 sene sonraki halini hayal ederek içinde bulunduğunuz paradigmayı yeniden çözümleyebilirsiniz.

  • Seçilmiş Değerler: Genelde değer sandığımız çoğu kavram aslında hedeflerimizdir. Kitapta buna örnek olarak “Sevilmek istiyorum” veriliyor. Sevilmek istemek bir eylem niteliği değildir. “Sevgi dolu olmak istiyorum”sa sizin davranış kalıbınıza direkt yönlendirmesi olan bir önerme olduğu için bir değer olarak kabul edilebilir.

Egzersiz: 85. Yaş doğumgününüzü kutluyorsunuz. Davet ettiğiniz herkes, sizinle ilgili sizin istediğiniz ve sizi mutlu edebilecek şeyler söylüyor, sizi tarifliyorlar. Sizin hakkınızda neler dediler?

Yukarıdaki egzersizde başkalarının hakkınızdaki yargılarının kavramlara dökülmesi değerlerinizi belirlemeniz için yol haritanız olabilir. Ve doğal olarak, davranışlarınız ancak yukarıdaki değerlerle uyumluysa size gerçek anlamda tatmin verebilir.

  • Kararlı Eylem: Terapi sonunda oluşturulmuş davranışsal döngüler seçilmiş değerlere göre oluşturulur. Kitaptaki vaka örneğinde, danışan yalnızca toplumun dikte ettiği role uyum sağlamak değil, aynı zamanda da kendine karşı dürüst olmak istemektedir. Problemli davranış paternleri hangi seçilmiş değerlerin öneminin ağır bastığına göre revize edilir.

Eğer psikoloji konusunda text book okumaya alışkın değilseniz, bu kitap sizi biraz zorlayabilir. Ben bazı yerlerde ağır terminolojisi nedeniyle zorlandım. Öncesinde daha hafif bir ACT’ye giriş kitabı tercih etmeniz bu kitabı da daha kolay analiz etmenizi sağlayacaktır.

Continue Reading

Klasik Müzik Üzerine

Bu aralar sözlü şarkı dinleyemediğimi fark ettim. Ben hiçbir zaman sözlere dikkat etmedim galiba. Çünkü her müzik dinlediğimde kendimi çevremden soyutlamayı başardım, hayallerimde ben apayrı bir yerdeydim, ya da geçmişteydim, yanlışlarımı doğruya çeviriyordum… Özetle  bu itirafı kendime yapabildikten sonra enstrümental çok daha fazla ilgimi çekmeye başladı. Sanki ruhun kendi şişesinden aşağı döküldükten sonra zeminde oluşturduğu inanılmaz renklerin şarkısı gibi gelmeye başladı klasik. Yani aslında paramparça ve dağınık, ama çok estetik bir bozulmuşluk. Her sözlü müzik hayatla ilgili kesin bir kanının ürünü değil midir. Hem sözlere nasıl güvenilir ki?  Kendi aklımda bile milyon sonuca başka milyon şekilde gelebilirken, hayat üzerine yapılan acemi saptamaları dinlemek bana artık eskisi kadar keyif vermiyor. Belki de uzun süredir kendimi dinlemeyi unuttuğum için bu aralar klasik müziği kendimi dinleme aracı olarak görmeye başladım. Bence hayatın bazen küçük mucizelerini, bazen melankolilerini, bazen yıkılan umutlarını ve bazen de olmaz denilen her şeyin olabilirliğini klasikten daha güzel anlatan bir müzik türü yok. Fakat en çok şuna üzülüyorum ki, klasik müziği de klasik edebiyat gibi tekeline almış insanlar var.  Ve açıkçası şunu merak ediyorum, ruhları dinlediği müzikle caka satacak kadar derinliksiz insanlar bu müzikleri duyduklarında akıllarına ne getiriyor olabilir? Zihninde derin duygu ve düşüncelere ev sahipliği yapmayan hiçimse bu iki genre’yı da idrak edemez. Böyle böbürlenen insanlar yüzünden yıllardır klasiğe önyargılı olduğumu fark edince daha çok sinirleniyorum.

Çağrışım yaptıramayan bir müzik; klasik ya da değil, her zaman boştur bence. Tıpkı diğer insanlara sempatimizin çıkış noktası gibi, müzikte de bizim bir parçamızı taşıdığını düşündüğümüz parçalardan haz duyuyoruz. “Klasik” tabirinin geçmişten gelen prestijini, klasik dinliyorum veya klasik edebiyat okuyorum diyerek kullanarak böbürlenenlere normal dışı bir öfke duyuyorum, çünkü bir insanın gözünün içine baka baka yalan söylemeye benziyor bu. Kitap okurken kahramanın hissettiklerini anlayacak deneyimi henüz edinmemiş olanlar, veya benim gibi psikoloji nerdlerinin psikologların bahsettiği duygu durumlarını okurken kendinden bir şeyler bulamayanlar; keyif alamaz kitaptan ve müzikten. Ve bir türü dinliyorum, bir tarzda edebiyat okuyorum diyecek kadar sığ olan insanların da bu iki sanattan da kitaptan ve müzikten kesinlikle hiçbir şey anlamadığını düşünüyorum. Etrafında mükemmel insan algısı yaratmaya bu kadar meyleden insanlar, ruhun asimetrikliğini anlatan bu tarz müziklerden veya kitaplardan keyif almaya yapısal olarak müsait değiller. Zaten buradan çıkarımlar yapabilmek için ruhun biraz burnunun sürtülmesi gerekiyor; ki aşınmaların aşinalığı uyansın içimizde.. Yani önkoşul kendi ruhumuzun yozlaşmış yerlerini kanıksamak..Lacan’ın tabiriyle, ötekinde kendimizin yansımasını görmek gibi, klasikte de farklı olayların ruhun aynı köşesini sürttüğü bestecilerin parçalarıyla bağ kurabiliyoruz.

Sözü uzatmadan kendi ruhumun şarkıları gibi hissettiğim beş parça bırakıyorum. Mutlaka dinleyin, tabi size keyif vermek zorunda değil; hikayesi farklı olanların melodileri de apayrı olabiliyor..

A Fragment of My Soul- Invadeble Harmony

Vivaldi Variation (Arr. For Piano) -Antonio Vivaldi, Florian Christl

Dance For Me Wallis- Abel Korzeniowski

Lament- Invadable Harmony

Serenade- Franz Schubert, Eugene Ormandy, Philadelphia Orchestra

Continue Reading

Linear ve Upward

Kendimle ilişkimin linear ve upward ilerlemesi zorunluluğu olmadığını öğrendiğimden beri, seçtiği dersin finalinin olmadığını final haftası öğrenen bir öğrenci gibi rahatım. Bazen kafamın içinde durmadan konuşan kızı susturmayı başarabiliyorum, sesi çok yüksek çıktığında ve kontrolü ele geçirdiğinde farkına varıyorum onun. Konuşmasına fırsat verdiğim için de kendimi kutluyorum. Çünkü genelde her şey çok yolunda rolü, bir şeyleri kabul etmekten daha kolay geliyor. Ve kabul edelim, bu rolü hepimiz çok güzel oynayabiliyoruz. İlla ki yalan söylemekten bahsetmiyorum; duyguya bağımsız, hissiz gülümsemelerde profesyonelleştiyseniz, bu rolünüzün uzantısı olabilir. En kötü tarafı şu ki, başkalarıyla birlikte kendimize de oynuyoruz. Taktığımız maskeler var evet. Ama bazen bu maskeleri içselleştiriyoruz ve aynaya bakarken dahi çıkarmıyoruz. Beni en çok düşündüren kendimize oynadıklarımız. Şunu fark ettim ki, sahte mutluluklar yaşamaktansa hakiki bir üzüntü yaşamak çok daha kalenderce. Çok daha rahat değil ama. İçinizdekiyle konuştuğunuzda (ki bu da sadece delilere özgü değildir, fakat sadece deliler bunu sesli yapar); yolunda gitmeyenlerin bir listesini veriyorsa elinize, araya reklamlar almadan yolunda gitmeyenleri kanıksamak gerek diye düşünüyorum. Post Traumatic Stress Disorder tanımına baktığımızda da zamanında çözümlenmemiş her konunun yanardağ patlaması şeklinde yaşamda delikler açabildiğini görüyoruz zaten. Kendi devinimlerimiz ve eforumuzla gerçekten iyi şeyler yapmak istediğimiz hayatlarımızda, bugünün problemlerini sessizce yarına öteleyip, yarın gelince de şaşırmış ve bu olanları hak etmemiş bir mağdur rolü oynamak; en çok kendimize saygısızlık.

Fakat inkar etmeyelim ki, içimizdeki ses her zaman doğruyu söylemeyebiliyor. Problemleri saptasa da, bazen fazla sert konuşuyor. O zamanlar için herkesin hayatında o sesin dediklerini aktarabilecek ve beraber değerlendirebilecek kadar güvendiği insanlar olması gerekiyor bence. Ben eskiden bu cümleye katiyen karşı çıkardım mesela, bu risk almak demek sonuçta ve güvenli sahalarda oynamak suni de olsa bir huzur getiriyor yaşamlarımıza. Ama nasıl ki bir çiçek sırf kuraklığa alıştığı için su almayı reddederse büyüyemez, alışkın olmadığımız fakat bize iyi geleceğini içten içe bildiğimiz şeylere sürekli bir dirençle aslında kendi gelişimimize ket vururuz. Kabul, birine kendimizle ilgili derin şeyleri paylaşabilmek, suni bir günlük problem anlatmaktan çok daha zor. Dopdolu bir amfide provasız şarkı söylemek gibi hissettiriyor. Oysa söylemeye başladıktan sonra gerisi geliyor. Ve anlatacak kadar kendime yakın hissettiklerim beni gerçekten de anlıyorlar, beraber çürütüyoruz zihnimin savlarını. Defalarca da yazdığım gibi, kendime has zannettiğim duyguların kollektifliğini bilmek beni rahatlatıyor. Gerçekten umursayanlar anlıyor, içinizdeki yaygaracıyı siz susturamazsanız onlar susturuyor. Zihnimizdekileri sesli olarak kendimize bile söylemekten çekinirken, düşündüklerinizi gerçekten ama gerçekten olduğu gibi filtresiz anlatabildikleriniz varsa, her şeyden çok buna şükretmeliyiz bence. Benim için bu kişi kızkardeşim örneğin. Ve öyle ya da böyle kabul edilmeye önem verdiğimiz bu devirde, artık bastırmaktan avucumuzda iz bırakan düşünceleri, estetikleştirmeye çalışıp rötuşlamadan bir başkasına aktarabilmek çok büyük bir konfor. Bazen başkalarının bizi anlaması bizim kendimizi anlamamızdan daha kolay oluyor. Çünkü biz en çok kendimize gücümüz yettiği için yine anlamlandıramadığımız olaylarda en çok kendimizi suçluyoruz. Çünkü izah edemediğimiz durumlar bazen ancak self guilt ile rasyonelleştirilebiliyor.

Meselelerimizi de böyle ele almak gerekiyor bence. Bir kitapla aydınlanmaya kavuşmaktan, bir vaazle cenneti hak ettiğine inanmaktan vazgeçmek gerekiyor. Tüm meseleler bir reçete ile çözülmüyor. Mental health’in de fiziksel sağlık gibi bir uğraş olduğunu kanıksamamız gerekiyor. Çözümlememiz gereken konuları eve market poşeti taşımaya benzetiyorum. Hepsini aynı anda taşıyıp plastik ellerimizi yakarken hepsini kayıtsızca yere atmaktansa, bazılarını bekletip sonra yukarı çıkarmak gerekebiliyor. Üzerine tez yazdıkça değil, elle tutuur çabalar harcadıkça kümülatif bir şekilde iyiye gidebildiğimiz bir alan mental health. Bir kere spora gidip fit olamayacağınızı kabul edecek sağ duyunuz varsa, tek kişisel gelişim kitabıyla da içsel huzuru yakalayamazsınız. Düzenli olarak içimizi çiçek açtıran şeyleri yapmamız gerekiyor.. İlla ki hobi edinin diyemem, çünkü biliyorum ki bazı insanların hiç hoşuna gitmiyor. Ama en azından bir çıkış yolu yaratın kendinize. Sevdiğiniz bir film, iyi hissettiren bir playlist, belki de sahilde deniz kokulu bir yürüyüş.

Ve ağlamak ayıp bir şey değil bu arada. Eğer siz de benim gibi ağlarken görülmekten nefret edenlerdenseniz, hatırlatayım diye diyorum. Eğer kendinize, kendinizi kurban psikolojisine sokmayacak kadar saygı duyuyorsanız, ağlamak oldukça sağlıklı bir dışavurum. Bir şeylere üzülüyorsanız, bence umursamıyor rolü yapanlardan binlerce kez daha coolsunuz. Sizi tebrik ederim bunu yapabiliyorsanız. Çünkü inanın çoğu insan kendilerini paramparça eden şeyleri bile söylemekten gocunuyor. Gerçekten de eğer toplumsal bir dilek hakkım olsa, bunu düzeltmeyi dilerdim, böylece pasif agresiflikten topyekun kurtulurduk…

Ve en en en önemlisi, sorunlardan kaçmamak. Sorunlardan kaçmadığınızda daha çok seviyorsunuz kendinizi. Kendi hakkınızı savunmaya layık gördüğünüz her yerde; işte, markette, kafede.. daha bir bağlanıyorsunuz kendinize. Eğer gerçekten uğruna mücadele ettiklerimizin kıymeti oluyorsa, neden kendi kendimize sahip çıkmayalım ki? Benim, kendimle barış içinde olma tanımım; inziva içerisindeki bir keşiş gibi her şeyi sessizlikle karşılamak demek değildir. Kimse bizim kendimiz için verdiğimiz savaşları bizim kadar iyi veremez. Tüm mücadelelerinden öyle ya da böyle başarıyla çıkan bir insana ne kadar saygı duyarsak kendimize de aynı saygıyla yaklaşıp karşıdan aynı saygıyı beklemek gerekiyor diye inanıyorum ben. O yüzden alttan almak asla kendini savunmak kadar asil bir davranış değil bence. Alttan almanın bir erdem olduğu yalanını, tek taraflı kavgaları kazamak için, çok uzman bir manipülatörün uydurduğuna inanıyorum. Kendimizi savunmaya layık görmek için “çok” şey başarmamıza da gerek yok bu arada, bu güne geldiyseniz bile bu düzenli bir devinimi sürdürdüğünüzdendir ve bu da bir başarıdır. Zamanın göreceliliği çoktan kanıtlandı ve bazen bazı saniyeleri geçirecek kadar güçlü olmanız bile sizi, kendiniz uğruna mücadele etmeye değer biri yapıyor.

Öyle işte.. bazen bazı günler birbirini tutmuyor. Ama tutmayan günlerde de içimizdekine sarılmak gerekiyor. Ya da eğer çok fena küstüysek, içimizdekiyle barıştırması için bir dostla kahveye çıkmak gerekiyor. Yani olduğumuz yerden ayrılıp momentum kazanmak gerekiyor ve de sorunları yok sayıp kendimize rol yapmamak. Nasıl ki her tür bilimde bir problem çözme devinimi varsa, insan psikolojisinde de bu böyle. Fizikte F=ma sadeleştirmesine nasıl ki milyon farklı kombinasyondan gelinebiliyorsa, kendi komplikasyonlarımızın sadeleştirmelerine de hiçbir şey yapmayarak değil, üzerine düşünerek; düşünürken kendimizi sabote edici düşünceleri eleyerek gelebiliyoruz. Çünkü bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayabilecek farkındalığa sahip olmamız, bir şeyleri değiştirmek için savaşma gücünü de içimizde taşıdığımızın en büyük kanıtı.

Continue Reading

O Olsaydı Yapmazdı Sorunsalı

Güçsüz bir insan için bu yüzden iyilik kavramından bahsedemeyiz. Güçsüzün genelde kötülük yapma insiyatifi yoktur. Belli bir güce geldikten ve yaptığı kötülüğün negatif outcome’ından etkilenmeyecek statudeyken iyiliği seçebilmek iyiyi yaratır bence, o yüzden iyiliği hiç bir zaman güçsüzlüğün çaresizliğine indirgememek lazım.  

 “O olsaydı benim yaptığımı yapmazdı ama” demek sorumluluklardan bir acil kaçış yolu. Yol vermekten her türlü jeste kadar insanı kısıtlayan bir bencilliğe dönüşmek üzereyken, fark edip cımbızla çekip çıkarmak gerek bu düşünceyi.. İşin aslı şu ki, hiçbir zaman yaptıklarınızın tam istediğiniz şekilde karşılığını alamazsınız, sonuçta herkesin adalet terazisi farklı işliyor. Ben de bunu fark ettiğimden beri “o olsaydı yapmazdı”ları bir nevi savunma mekanizması olarak kullanmayı bıraktım. Çünkü düşündüm de zaten bizi bugün olduğumuzdan daha iyi biri yapan “o olsaydı yapmazdı ama ben yaptım işte”ler değil mi?. Yaya ışığı yanmadan yol vermek, markette klasik poşetleme stresindeki birine hiç sorun değil acele etmeyin diyebilmek.. İlla çok çok büyük olmasına gerek yok, ama demem o ki, çoğu insanın yapmayı tercih etmediği şeyleri yaptığınıza kendinizin de şahitlik etmesi size kendinizi daha çok sevdirmiyor mu? Onun yapmayacağı ama sizin yapacağınız şeyler, aslında karakterinizi boşlukları dolduran bağlaçlardansa; kendi içinde kesinliği olan bir yükleme çevirmiyor mu? 

Zaten yapıp yapmama insiyatifiniz olduğunda, iyilik yapmayı seçmek sizi değerli kılmaz mı? Güçsüz bir insan için bu yüzden iyilik kavramından bahsedemeyiz. Güçsüzün genelde kötülük yapma insiyatifi yoktur. Belli bir güce geldikten ve yaptığı kötülüğün negatif outcome’ından etkilenmeyecek statudeyken iyiliği seçebilmek iyiyi yaratır bence, o yüzden iyiliği hiç bir zaman güçsüzlüğün çaresizliğine indirgememek lazım.   İyiliği kendin için mi yapıyorsun derseniz, evet, bir noktaya kadar kendim için yapıyorum. Çünkü kendimi kibarken daha çok seviyorum, iyilik yaparken daha sevecen buluyorum, gülümserken mizacım hoşuma gidiyor ve belki de hak etmeyen birine aynı şekilde cevap vermezken zarif olduğumu düşünüyorum…  Tüm bunlar kendimi daha çok sevdiriyor bana. Yani evet, en içten iyilikte bile kendimiz için yaptığımız birçok şey var. Ama kendimizi kendimize beğendirmeye çalıştığımız ancak başkalarına show yapmak için başka birinin yardıma muhtaçlığını kullacak kadar alçalmadığımız sürece, iyiliği kendimiz için de yapmakta bir sakınca görmüyorum ben. 

Tabii insan karşılık bekliyor elinde olmadan, bunu da inkar edemem. Fakat teoride aynı dili konuşsak da pratikte bambaşka dilleri konuşuyoruz. Örneğin benim sevgi dilim kahvedir.  Yani benimle sabahın erken bir saatinde karşılaşırsanız ve kendim içmeden size kahvemi ikram edersem bu aslında benim için önemli olduğunuz anlamına gelir. Fakat muhtemelen sizin gördüğünüz; henüz tam ayılamadığı için yarım ağız konuşan sabah sporunu abarttığı için adım attığı yeri bilemeyen biraz huysuz bir sarışın olabilir ve bir kahve  bağımlısı olarak tam açılmayan gözlerimi sizden hiç hazzetmeme yorabilirsiniz. Sonuçta sizin sevgi diliniz uzun konuşmalardan geçiyordur ve benim kahve teklifim sizi başımdan savmak için yaptığım bir antitezdir bu yüzden size göre. 

Ya da ikinci bir senaryo hayal ederlim, birine iyilik yaparsınız ve karşılığında size yer fıstığı hediye eder ve siz fıstığa alerjiniz olduğu için kendinize yapılan bir suikast girişimi olarak yorumlarsınız bunu…

Demem o ki, insanları değerlendirirken kapasitelerine göre oranlamalıyız. Çok öfkeli birinin arabanızın lastiği patlamışken görmezden gelip yanınızdan geçmesi onu “kötü” biri olarak yaftalamanıza sebep olabilir, halbuki o öfke problemi tedavisi gördüğü için yolu kapattığınız için size korna çalmadığından dolayı kendini “iyi” biri olarak hissedip kendiyle gurur duyabilir. 

Yani kimin neye ne kadar efor harcadığını kendi kapasitenizi referans alarak hesaplayamazsınız. Eğer tek bir referansın evrensel geçerliliği olsaydı tüm maddelerin yoğunluğunu 1 alırdık. Nasıl ki aynı madde farklı yoğunluktaki iki sıvıda üstte ve altta kalıyorsa, davranışlar da farklı insanlarda farklı potansiyellerde yukarıda veya aşağıda şeklinde bambaşka yorumlanabilir. O yüzden de “O olsaydı yapmazdı” dünyanın en saçma cümlesi bence. Evet o olsaydı yapmazdı, çünkü o sen değil. O her sabah koşarak mutfağa gidip kendine bir kahve demlemez, senin güldüğün filme o kadar gülmez, dinlerken dans etmeden duramadığın müziğe senin gibi komik figürlerle dans etmez. O seninle aynı şekilde iyillik yapmaz, çünkü iyiliğin de tek bir rengi yok ve anlaşılan o ki renk körlüğümüzden kurtulmamız için epey bir yol almamız gerekiyor. 

Continue Reading

Kitap: The Secret

The Secret. Bu adı duymuşsunuzdur. Rhonda Byrne tarafından 2006’da yayımlanan dünyaca ünlü bir best-seller. Popülist her tür eserden kaçtığım gibi yıllaryılı bu kitaptan da kaçındım, çekim yasasına inanmama rağmen, soluğu bu yasayı anlatan başka eserlerde aldım. Fakat geçen hafta bu hafta kitabı okuma şansım oldu. Ve yoğun tempoma rağmen 2 günde bitirdim. 

Kitabın yazılış tarihçesi Rhonda Byrne’ın babasını aniden kaybetmesi, iş ve arkadaş çevresiyle olan ilişkilerinin bir girdaba girmesi, yoğun çalışma temposunun onu tükemesiyle başlıyor. Kızı Hayley tarafından hediye edilen bir kitapla yaşamının değiştini söylüyor Byrne. The Secret’ın belgeselini çekeceği zaman çoğu Secret practitioner’ının yüzdeyüz kesinlikle belgesele katılacağından emin olmadıklarını anlatıyor, fakat yola öyle bir inançla çıkmış ki, 8 ay sonunda 55 practitionerla belgeseli tamamlamışlar. 

Peki nedir bu secret?

Öncelikle anlamamız gereken şey, Secret’ın neden bilimsel bir temeli olduğu. Elinizi tutup baktığınızda fiziksel bir kütle görseniz de; işin aslı, mikroskop altında incelediğinizde eliniz enerji titreşiminden ibarettir.Yani, E=MC^2 : kütle ve ışık =enerji. Peki enerjiyle alakalı neler biliyoruz? Enerji titreşimdir, birine dokunduğunuzda sıcaklığını infrared, görüntüsünü ise ışık enerjisiyle algılayabilirsiniz. Şuanki bilimsel metodoloji, beyin scan’leriyle beraber beyninizin yaydığı enerjiyi bile görüntüleyebiliyor. Fakat yine de düşüncelerimizin titreşimden yoksun olduğu konusunda ısrarcıyız. Oysa aynı düşünceyi tekrar tekrar düşündüğümüzde, aynı titreşimi defalarca çevremize yaymış oluyoruz. 

Energy is attracted to like enery. → Thoughts become things.

Hepimiz zenginliğini aniden kaybetmiş, ardından yine eski malvarlığına kavuşmuş insanlar tanırız. Bunun sebebi,  bu insanların zenginleştikten sonra kaybetme korkularının depreşmesi, ardından mal varlıklarını kaybedince kaybetmeye korktukları bir şey kalmamasıyla birlikte, baskın düşüncenin: zenginliğini yitirmektense, bolluğa dönüşmesidir.. Aynı şekilde sık verilen bir örnek de, uzun süredir görüşmediğiniz bir arkadaşınızı aklınızdan geçirmenizden sonra telefonunuzun çalmasıdır, veya günboyu mırıldandığınız bir şarkıya iş dönüşü radyoda denk gelmenizdir. Yaydığımız enerjinin etki ve tepkisini kabul ettiğimizde, enerjimizi yükseltmekten başka seçimimiz olmadığını anlıyoruz. Bunu kişisel gelişim olarak görmeyin, psikolojik olarak da daha yüksek bir enerjide olmak sizi daha resilient kılar, ki bu da zaten hayat akışınızdaki sorunları önemli ölçüde azaltır. Ve nasıl ki televizyonda frekansı değiştirmeden kanal da değiştiremiyorsak, hayatımızda da odaklı düşünceleri challenge etmeden şuankinden bile iyi bir versiyonumuzu yaratamayız 🙂 

Size kısaca kitapta dikkatimi çeken birkaç altbaşlıktan bahsetmek istiyorum. 

  • “I don’t want epidemic”: Çekim yasasının birçok insanda işe yaramamasının seebi insanların korkularına o kadar sıkı sıkıya yapışmasıdır ki, artık dominant düşünce ne istedikleri değil, ne istemedikleridir. Evren mesajın “don’t” kısmını incelemez. O yüzden de korktuğunuz başınıza gelir. Dolayısıyla bir dilek dilerken “hastalıktan kurtulayım” değil, “iyileştim” şeklinde dileğinizle aynı frekansta olduğunuz mesajlarda bulunmak önemli. “The law of attraction is not biased to wants or don’t wants. When you focus on something, you are really calling that into existence”(Lisa Nichols). 
  • Kitabı okurken benim aklımdaki soru, nasıl korkulardan arındırılmış bir şekilde düşüneceğimizdi. Ama kitapta negatif düşüncenin pozitiften 1000 kat daha az etkili olduğu yazıyor. “Oftentimes when people begin to understand the Great Secret, they become frightened of all the negatitve thoughts they have, they need to be aware that it has been scientifically proven that an affirmative thought is hundreds of times more powerfrul than a negative thought” (Michael Bernard Beckwith). 
  • “Time Delay”: İstediklerimizin hemen olmaması bize onların gerçekten olup olmasını istemediğimizi düşünme fırsatı verir. Böylece neyi istediğimizden emin oluruz. Anında düşünce sistemimize cevap veren bir sistemde yaşıyor olsaydık her negatifte gerçekliğimizi katostrofik boyuta getirebilirdik.
  • “Nothing can come into experience unless you summon it through persistent thoughts”
  • Gratitude: Hayatınızdaki şeylere şükür duymak enerjinizi yükseltir, sizi alma frekansına çeker. 
  • Feelings- Automatic thought sensors: Günde yaklaşık 60,000 düşünce aklımızdan geçer, hepsini denetlememiz tabii ki imkansız, ancak duygularımız otomatik kontrol sistemi gibidir. Frekansımızı duygularımızla ölçümleyebiliriz. Mutlu hissedip negatif düşünmek imkansızdır. Dolayısıyla her düşünceyi modifiye etme çabasına girmek yerine genel olarak iyi hissetmeyi seçebiliriz.
  • Visualization: Detaylı bir şekilde hayalinizi canlandırma çalışması yapabilirsiniz. Olmuş gibi düşünerek yapmanız çok önemli, zaten visualisationi daydreamingden ayıran nokta da bu. Veya visionboard yaratarak odanıza asabilirsiniz. 

Son olarak önemli bir not eklemek istiyorum,hayatta her zaman her şey istediğimiz gibi olmayabiliyor, üzücü kayıplar yaşıyoruz, hastalıklarla boğuşabiliyoruz, iş stresimiz artabiliyor, kısacası hayatta her şey olabiliyor 🙂  Ancak umut etmek ve yeni başlangıçlara inanmak bizi yaşayan ölüler olmaktan kurtarıyor. Yaşamla inatlaşmaktansa bir şeylerin daha iyi olacağına inanmamız gerektiğini düşünüyorum. Hayatı kaç kere yeniden başlamaya cesaret ettiğimizin toplamı olarak düşünürsek, Secret bunun için güzel bir tool. Sizi korkutacak kadar büyük hayaller kurmanızı dilerim 🙂

Kaynakça 

The Secret, Rhonda Byrne, kitap

The Science of The Secret, Youtube

Continue Reading