Özgüven Efsanesi

Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyorduk, son zamanlarda siteme neden yazmadığımı sordu. Cevabı aslında çok basit, soru işaretlerimizin ne kadarını paylaşıp paylaşmamızın sınırı çok belli değil ve o sınırı geçince yargılanma tehlikesi beni korkutuyor.

Ve bu benim sadece kendime atfedemeyeceğim kadar büyük, jenerasyonsal bir sıkıntı. Self esteem mythiyle büyütülmüş bir nesil olarak, özgüveni had bildirmenin yırtıcılığıyla eş görüp sürekli güçlü ve incinmez izlenimi vermek zannediyoruz. Özgüvenle ilgili yaratılan tüm şarkılar ve sosyal medya contentleri kendini iyi hissetmenin manik halini anlatıyor; ben henüz pişmanlıklara ve ara ara düşülen ümitsizliklere şefkat duyacak kadar kendini sahiplenme önermesi yapan bir içerikle karşılaşmadım. Belki de bu yüzden en ufak mutsuzluk kırıntısına bile aşırı bir yüksünmeyle bakıyoruz, sonuçta normal ve ideal olanın her zaman çok yükseklerde kalmak olduğuna alıştırılmışız. Ve tabi normali yerin 300 feet yukarısı belleyince de ne zaman görüş açısı zemine yaklaşsa çok absürdmüş gibi bakıyoruz duruma. Mutluluğu, neşeyi, heyecanı sahiplenmek; ara ara düşmekten, umutsuzluğu da umut kadar normalleştirmekten daha kolay geliyor… Yalnızlığın bile kamusal bir his olduğunu anlayacak kadar yaklaştığımızda gerçeğe, belki o zaman üzerimizdeki “özel biri” olma mythinden sıyrılabileceğiz. Çünkü malum hepimiz “özel” olduğumuz vurgulanarak yetiştirildiğimiz için toleransımız az bazı duygulara ve mutluluğu vaadedilen toprak zannettiğimiz için de sorunun ne olduğunu bile söyleyemeden gayretimizi umutsuzluğa sessizce teslim ediyoruz.. “Özel” olmak ve “değerli” olmak arasındaki farkı anlamak gerekiyor bence, biri hırçınca mutluluğu hak görürken diğer mutluluğunu yaratmak için “gayret” etmeye veya mutsuzsa da bunu ifade etmeye değer buluyor kendisini.

Bugün ben ilk defa korktum dedim atta mesela. Normalde duygularımı rasyonalize ederek söylerim, “korktum çünkü..”, “üzüldüm çünkü…” şeklinde kurarım cümlelerimi… Çünkü benim “default” ayarımda bunlar yoktur (!), olmamalıdır, illa mantıklı bir açıklaması olmalıdır duygularımın, çünkü zekadan arındırılmış hislerin validitysi olamaz benim gözümde. Aksi takdirde kendimi yargılanabilir bir zemine oturtmuş olurum, bu risk beni ürkütür haliyle.

Ama bugün salt korktum demem bile sonrasında çok keyiflendirdi beni. Demek ki kendime sonunda zekam kadar duygularıma da sahip çıkacak kadar şefkat duymaya başlıyorum diye düşündüm.

Bazı cümleleri kurmaktan hepimiz o kadar geri duruyoruz ki (Korktum/ üzüldüm/ düştüm/ yalnız hissettim/ pişman oldum) aslında hepimizin endişesi ortak olsa bile yargılanmaktan korkan insanlar olarak sebepsiz yere çekiniyoruz birbirimizden. Belki de bu yüzden diplerimiz gerçekten dip oluyor. Negatif atfedilen hiçbir şey ortalıkta paylaşılmadığı için,dipleri bir tek kendimiz görüyoruz zannediyoruz. Halbuki en çok yara izini çirkin bulmadan açabilen insanlar sevilmez mi? Bu yüzyılda “rare” olan bu bence. No makeup postlarında bile concealerla doğallık estetikleştirilirken, “naturally pleasing” olmaktansa “raw” olmak çok daha çekici değil mi? Aynı şekilde duyguları mantıkla harmanlayıp kabul ettirmeye çalışmaktansa, “böyle ..” diye netçe belirtip geçmek kendine sadakatin en güzel örneği değil de ne.

 Ve bence tıpkı bir sanatçı gibi, duygusunu ifade edebilen herkes için bir yargılanma tehlikesi var. Eğer denk gelirsek, yargılayanlar için de denebilecek tek şey bazı insanların gerçekten kötü olduğu. Fakat meşhur ve klişe bir sözün dediği gibi zaten kimse herkesin hikayesinde her zaman iyi karakter olarak var olamaz. Ama onlar için yapılabilecek bir şey yok, nasıl ki sanatçı her gün ne derler acaba diyerek iki eli başında zamanı geçirmeye çalışmıyor, biz de kendi yaratımımız olan duyguları utançla lekelemeden paylaşabilmeyiz. Çünkü şayet gerçekten değerli olduğumuza inanıyorsak, bize ait her duygunun da rasyonalleştirilmeye veya normalleştirilmeye çalışmadan vokalleştirilmeye değer olması gerekmez mi?

Continue Reading

Yapmamanız Gereken Birtakım Şeyler

Kendimi önyargılı bulurum, sadece dürüst oluyorum. Sizi biraz tanısam, sizi de önyargılı bulurum. Ama son birkaç gündür görüyorum ki biraz önyargılı olmak ve bunun farkında olmak farklı bir şey, önyargısını sezgi gücü zannedip, bunu bir duygusal zeka ve ya durugörü adletmek apayrı bir şey.. Belki önyargılardan nasiplenmiş olmasam bu kadar tepki göstermezdim. Ama çuvaldız kendisine batınca iğneyi başkasına gerçekten batıramıyor insan. O yüzden lütfen arkadaşınız/iş arkadaşınız/yakınınızla ilgili bir çıkarım yapmadan aşağıda yazdığım maddeleri bir düşünün.

★Instagramda gördüğünüz hayatların iç yüzünü tahmin etmeyi bırakın. 

★Dışarıdan gözüktüğü gibi olmayan yegane insan sadece siz olamazsınız. Özel olmanız tümüyle farklı olduğunuz anlamına gelmiyor. Apayrı demografiklerde olsak bile kendimize has zannettiğimiz duygu yoğunluklarını kolaylıkla aynı hassasiyetle deneyimleyebilirz. O yüzden lütfen yorgunluk/umut/öfke/mutluluk/üzüntü/neşe/hayalkırıklığı sadece size has duygularmış, bunların en yoğununu sadece siz yaşayabilirmişsiniz gibi davranmayın. İnsan olduğumuz gerçeği (eğer tekamülde gerçekten insanlık seviyesine evrildiysek) bile bizi duygudaş yapmaya yeter.

★Mizaçlarına bakarak insanların iç dünyasıyla ilgili çıkarımlar yapmayın. Sadece mizaçtan ibaret olsaydık, psikoloji bilimi ruhu değil bedeni incelerdi.

★Önyargınızın duygusal zekanızla en ufak bir alakası yok. Duygusal zeka insanların olaylar karşısındaki duruşlarını gözlemleyerek yapabileceğiniz çıkarımlardır, ama önyargı sadece kendi aklınızı “kutsal”laştırdığınız için aklınıza ilk gelenle karşınızdakini yaftalamanız, yanıldığınızı kabul etmemek için karşınızdakine yapıştırdığınız etiketi bir türlü çıkarmayışınızdır.. O yüzden kimsenin karakteriyle ilgili, ona olan tek bir bakışınızla; sorunlarını nasıl çözdüğünü bile görmeden, çıkarım yapmayın..

★Eğer tasdikli yogacı/meditasyoncu değilseniz, içime böyle doğdu vs. vs. DEMEYİN. Muhtemelen içinize doğan bir şey yok, geçmiş deneyimlerinizden yola çıkarak beyniniz educated guess yapıyor sadece.

Continue Reading

VAZGEÇMEK

Kişisel gelişim kitaplarının bende çok ayrı bir yeri var. Fakat tam birkaç kitap seçip kasaya yönelsem sıra bana gelmek üzereyken durduruyorum kendimi, kasiyerle göz temasımı kesip, sanki sol tarafta dünyanın en mükemmel kitap ayracını görmüşüm gibi bir ustalıkla yapıyorum bunu. Biliyorum, septik bir davranış. Ama bir sebebim var. Kişisel gelişim kitaplarıyla hayattan beklentim çok yükseliyor, o yüzden durduruyorum kendimi tam alacakken. Evet hayattan beklentimin zaten yüksek olması lazım ama bizim kontrolümüzde olmayan o kadar çok olay var ki. Kişisel gelişimin en büyük handikapı vazgeçmeyi öğretmiyor oluşu. Atladığı olay bu bence, yokluğuna tahammül edemeyeceğiniz hiçbir şeyin varlığını da sindiremezsiniz. Bir şeyi istiyorsak tüm evren bunu oldurmak için çalışıyor sanıyoruz. Aslında tam da Totem ve Tabu’da (Freud) anlatıldığı gibi, bu tarz inançlara tutunuyoruz, çünkü içten içe bazı oluşlarda söz hakkımızın olmadığını bildiğimiz için, belki yeterince inanırsak bir ihtimal oldurabiliriz diye hissediyoruz… Bence asıl bilgelik düşünce gücüyle evrene bir şeyler yaptırabilmek değil, vazgeçebilmek. Sadık değilse dostundan, eğer mutlu gitmiyorsan işinden, gün içinde kendini için sıkılırken buluyorsan da rutinlerinden vazgeçebilmek.. Büyürken bana öğretilen ya da öğrenmek zorunda kaldığım en değerli şeydi sanırım bu. Kişisel gelişimin yüzde doksan dokuzu bunu göstermiyor işte. Mutluluğa giderken elde etmemiz gerekenleri çekmeye o kadar odaklanıyoruz ki.. Fakat acaba istediğimiz kaç şeyi gerçekten istiyoruz, kaçı sadece hırs, kaçı sadece çevremize gösteriş yapma araçlarımız ve en önemlisi kaçı kimliğimizdeki boşlukları dolduracağı yanılsamasına kapıldığımız ağrı kesiciler? Borderline Kişilik Bozukluğu bunun en uç örneği olsa da en güzel kanıtı değil mi en yücelttiğimiz commoditylerin/insanların onlara ağrı kesici vasfı vermeye devam edersek önünde sonunda değerini yitireceklerinin ve onlara aslında en büyük zararı bizim verdiğimizin. 

Son üç aydır neyi istediğimi o kadar çok düşünüyorum ki, bana iyi gelen insanlara bu konuyu çok açtım. Tam istediğim gibi bir cevap alamadım. Onlar, her zaman bir şeyler dilememden yanalar. Evet dileyecek dilekler bulurum, peki ya kalbimden geçerek istediğim şeylerin sayısı dileklerime kıyasla ya çok azsa? Tabi bir de neyi neden istediğime de kafa yorunca, manifestation’dan Jung’a evriliyor süreç. Kısacası neyi dilediğime dikkat etmeye çalışıyorum, çünkü her yeni dilek bir eksiyle geliyor mutlaka, hayatın matematiği bu. Ve bunu en güzel DeMartini anlatıyor. Aslında Demartini okurken de kendisine çok kızdım , benim dalgalı iç dünyamı kötülemesine darıldım ve esas olanın denge olduğundan bahsetmesini de sıkıcı buldum 🙂 Şimdi bir aydır üzerine düşünüyorum ve maalesef ki hak veriyorum.Hayatta hiçbir şey çok mükemmel olmuyor ve olmayacak. Obsesiflik derecesinde mükemmelliyetçiler için hazmedilmesi çok zor bir gerçek. Ve illa bir şeyleri düzeltmek için kişisel gelişim okuduğumuzda da hayatı tamamlanması gereken KPI’lara bölmeye başlıyoruz. Evet her zaman mutlu olamayız belki ama her zaman neşeli olabiliriz, o yüzden de dengede kalmayı kuş bakışı dünyayı seyredip peşin hükümler vermekle karıştırmamak lazım, bunu da çok yapıyoruz açıkçası… Mutluluk seçim değil ama neşeli olmak bir mizaç olduğu için tamamen iradeye bağlı bir seçim. Geçenlerde çok birine ileride katılmak istediğim bir yarışı anlatıyordum, ama muhtemelen asla katılmam dedim. En kötü ne olur diye sordu. En kötü düşerim, tabi bunun yanında rezil olurum, sonra muhtemelen herkesin tek gündeminin benim düşüşüm olduğuna inanırım, beni hastaneye götürürsünüz, e sonra da teselli etmek için yemek ısmarlarsınız, Advent’e de bir hafta ara veririm dedim- gülerek. E o zaman ne olur dedi, şu şu olur ben de en fazla bir gün çok yoğun üzülürüm ama sonra muhtemelen hayata devam ederim dedim. Olay da bu bence. Yokluğuyla baş edemeyeceğiniz hiçbir şeye tutunmamak, en kötü ne olur diye sormak duydulduğu kadar da negatif değil bence.. Belki bu yüzden çoğu girişimci en az iki kere iflas ettikten sonra milyoner oluyor. Varlığı sindirmek için yokluğa tahammül eşiklerini arttırmaları gerekiyor belki de. 

Continue Reading

Atomic Habits: An Easy & Proven Way to Build Good Habits & Break Bad Ones by James Clear

Bu kitap kendisini bir üst seviyeye taşımak isteyen herkese tavsiyemdir.

Yemeğinizi sindirirken, uyurken, nefes alırken beyninize talimat vermeniz gerekmez; aynı şekilde araştırmalar da alışkanlıkların içselleştirilince, beynin aynı bölgesinden kontrol edilmeye başlandığını gösterir. Alışkanlıklar artık düşünmeden yapılmaya başlanınca mental enerjinizi otomatize olmuş “alışkanlıklarınızdan” çekerek,günlük problem çözme becerilerinize yoğunlaştırırsınız. Peki nasıl kendimizi daha üst versiyonumuza taşıyacak alışkanlıklar oluşturabiliriz?

⭐Alışkanlık oluştururken net ve gösterişli hedefler koymak yerine, olmak istediğiniz halinizle ilgili net bir vizyon edinmek çok daha etkilidir. Yani gerçek alışkanlıklar hedeflerle değil, sadece yeni bir kimlik yaratmakla oluşturulabilir. “Yarından itibaren dışarıdan yemek söylemeyeceğim” yerine, “Ben vücüduna özen gösteren, bu yüzden de yemeklerini olabildiğince kendim emek vererek yapan bir insanım” demek hem özsaygınızı arttırır ve sizi hedefinize daha çok yaklaştırır hem de yapmakta olduğunuz eylemi bir yük değil de kişisel sorumluluğunuz gibi algılamanızı sağlayabilirsiniz. İnsanlar olarak kendimize fayda sağlamayacak hiçbir şeyi asla yapmadığımızdan, alışkanlığınızın sizin bir üst versiyonunuzu yaratacağından yüzdeyüz emin olmanız lazım.

⭐Oluşturulmak istenen rutinler muğlak bir şekilde tarif edilmemelidir. “Bundan sonra her akşam evimi toplayacağım”, demek yerine; “işten geldiğimde saat 8 gibi evi toplayacağım” daha net bir sistem içine girmenizi sağlar ve kendi subjektif yorumlarınızla planladığınız aksiyonu manipule etmenizi engeller. Böylece işten eve geldiğinizde “akşam”ın saat gece 12’ye kadar olmasının verdiği rehavetten ve erteleme döngüsünden kurtulursunuz.

⭐Özdisiplini en yüksek olarak düşündüğümüz insanlar aslında ulvi bir içsel güçle doğmadılar. Onların sırları etraflarında dikkat dağıtıcı çok az unsur bulunmasıdır. Örneğin evinde televizyon olmayan bir insanın yatak odasında televizyon tutan bir insandan daha üretken bir şekilde gününü tamamlaması: biyolojik üstünlük değil çevresel determinizmdir. Aynı şekilde iş saatlerinde sosyal medyaya girmeden duramayan bir insanın telefonunu ajandasının yanından çekip çekmecesine koyarsanız, verimi yüzde iki yüz bile artabilir. Kısacası eğer belli bir davranış değişikliğine gitmek istiyorsanız, o davranışı “yapmamayı”, “yapmaktan” daha kolay hale getirmeniz gerekir. Telefonunuzu başka bir iş arkadaşınıza bırakabilir, evdeki televizyonun yerini değiştirebilir, 30 dk mesafedeki hiç kullanmadığınız spor salonuna üyelik yapmaktansa 5 dk uzaklıktaki bir butik stüdyoya yazılabilirsiniz.

⭐Kitabın adının “Atomic Habits” olmasının bir nedeni var: James Clear’a göre, her alışkanlık aslında çok küçük bir aksiyonun tamamlanması üzerine kuruludur. Bunu “breakthrough” olarak anlatıyor. Spora gitmek örneğini ele alalım. Spor salonuna gitmek kafanızda “Üstünü değiştir, spor çantanı hazırla, suyunu kontrol et, anahtarlarını al, arabaya bin, spor salonuna ulaş ve salonda 30dk kal vs. vs.” olarak kodlanırsa eylemlerin çokluğu aksiyon almanızı erteletir. Oysa insan doğası her zaman mümkün olan en az enerjiyle maksimum faydayı elde etmeye odaklıdır. Dolayısıyla yazarın tavsiyesi, spor salonuna gitme olayını başlangıçta olabildiğince basitleştirmeniz, yani çantanızı önden hazırlamanız, havluyu önden değiştirmeniz vs. vs., böylece spora gitmeye karar verdiğinizde 30dklık hazırlık sürecini atlayacaksınız ve yapacağınız tek şey çantanızı alıp arabaya binmek olacak. 

⭐Her ne alışkanlığı oturtmaya çalışıyor olursanız olun, “büyük” şekilde başlamaya çalışmayın. Örneğin bir sene içinde maraton koşmak istiyorsanız kondisyonunuz yoksa ilk antreman gününüzde 7 km koşmayın.Her ne kadar dramatik başlangıçlar egomuza iyi gelse de, yeni bir alışkanlığa başlarken amacımız onu olabildiğince sevimli hale getirmek -ki haz ve acı ilkesine paralel olarak o alışkanlığın sürdürülebilirliğini sağlayalım. Dolayısıyla ilk haftalarda 2-3 km gibi küçük hedeflerde kalın. Veya artık sağlıklı yemekler yemek istiyorsanız ilk günden brokoli yemeyi denemeyin, sevdiğiniz yemeklerin daha sağlıklı versiyonlarını yapın, “glutensiz pizza” mesela. Çünkü eğer hedeflerinizin rutinlerinizi yönetmesine izin verirseniz alışkanlıkların kimliğinizin bir parçası olmaktan çıkar ve sıkıcı bir yapılacaklar listesine dönüşür. 

Continue Reading

Hatırlatmalar✨

Umarım duyması gereken herkese bir işaret olur diyeceklerim. 💗👸🏼⭐️

•Hayatta en önemli yetimiz kendimize özen göstermektir. “Kendine özen gösterme” çabası, sorunları görmezden gelme anlamına geliyor çoğu kişi için, halbuki kendine özen göstermek “vazgeçmek” gibi güçlü bir meziyeti de barındırır içinde. Çoğu zaman güncel durumunu korumak için negatif işaretleri görmezden gelen insanları düşün. Sorunlu evliliklerini hayali bir “elalem” için devam ettiren çocuk yetişkinler, ayıp olmasın diye susulan haksızlıklar.. Halbuki sorunlu evliliğini sonlandıran bir kadın, sorunları görmezden gelip kendi benliğini yok sayan bir partnerle devam eden bir kadından daha saygındır. Çünkü çocuğuna kendine değer vermek için; vazgeçmenin de ödenmesi gereken normal bir bedel olduğunu gösterir. Şunu unutma, kendi gerçekliklerini yıkabilen insanların cesareti, yeniden inşa edeceklerine duydukları güvenden ileri gelir. Onları yargılama, alkışla.

•Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın mantığı sadece dizilerde işe yarıyor. Kimse seni sustukların için ödüllendirmeyecek. İstediğin uyumlu ve uslu bir hayatsa, o zaman isteklerini sorgulayarak başla işe. Ve eğer hayatını hakkını vererek yaşamaya karar verirsen de kabul et, bazen ağzını açıp gözünü yummak da normaldir. Kontrollü öfke, kendine sahip çıkmak için kullandığın öfke sağlıklıdır, neyi kabul edip etmeyeceğinin, sınırlarının olduğunun işaretidir.

•“Toplum ne der” baskısını hissetmek, kendi hayatının sorumluluğundan kaçmaktan başka bir şey değil. Eğer kendini bu kadar azımsayıp toplumu da bu kadar yüceltiyorsan bilmelisin ki senin hayatında yaptığın en önemli değişiklik bile maksimum on beş dakika konuşulacak, çünkü sen sadece kendi hikayenin baş karakterisin. O yüzden atmayı ötelediğin her adım için başkalarını suçlamaktan vazgeç, değerlisin, ama pek de önemli değilsin.

•Bir şeyden vazgeçmek üzereysen, muhtemelen neden vazgeçmemen gerektiğiyle alakalı binbir bahane duyacaksın. Çünkü kendi prangalarının bileklerine yaptığı izlerle yaşayan insanlar, senin zincirlerinden kurtulup dans etmeni izlemek istemeyecekler. Seni sevmediklerinden değil (ki eğer bu senin için o kadar önemliyse), seni izlemek kendi acılarını hatırlatacağı için.

•Travmalar gerçek değil, her şeyi fi tarihine yükleyip yaşamının sorumluluğunu almaktan, hatalarını “napayim tabiatım böyle” diye hafifletmekten vazgeç. Tıpkı suçu topluma atmak gibi, sorumluluğu annene/babana/seni yetiştirenlere atmaktan vazgeç. Sürekli geçmiş yaralarını deşmek bir noktada dikiz aynasına bakıp şehirlerarası araba kullanmak gibi. (Belki de bu yüzden Freud ve Jung, Adler’den daha popüler; travma narrative’i “bak aslında sana böyle olduğu için sen bu şekilde end up etmişsin” diyerek danışanı rahatlattığı için)

•Sıradaki, psikoloji desteksiz kişisel gelişim kitaplarının hepimize ilettiği nihai narrative: en pozitif insanların pürüzsüz hayatları olur. Halbuki olayların akışını ve insanları birbirinden ayırırsak çok net görürüz, en pozitif insanlar zamanında en ağır pürüzlerle baş ettikleri için şuanda da pozitif kalabiliyorlardır. En çok kendilerine sadık oldukları için gereksiz tüm bağlardan vazgeçmişlerdir, ruhları özgürdür.

Continue Reading

Lacan’da Aşk-8. Seminer Aktarım Üstüne Bir İnceleme

Bu kitabı Agah Aydın’ın enfes Lacan referanslarına istinaden aldım. Aşkı anlayabilen yoktur. Fakat kanımca en iyi anlatanlar Freud ve Lacan. Lacan’ın aşk üzerine tezi hiçbir zaman bir ötekinin öznelliğine ilgi duymadığımız üzerine kurulu.. derdimiz anlamaya çabalamadan anlaşılmak. Karşı tarafı anneleştirmek. Çirkinliklerimizle sevilmek istemek. Annemizle fiziksel bağımızın koptuğundaki ayrılık acisini, ığdış edilişimizin yasını başkasından alacağımız bir parçayla kapatmak istencimiz- Tu me manques yani bir parçam sende kaldı deyişi burada çok yerinde-. Fakat Lacan’a göre aradığımız eksiklik bir başkasında bulunamaz, aşkın en temel yanılsaması bu. Aşkın semptomları üzerinden konuşulabilir ama çıkış noktasını tarif etmeye çalışmak boş bir çaba “The moment öne begins to speak about love, öne descends ınto imbecility.”(Lacan). Eğer aşkın orijinine gideceksek buna ilk olarak arzuyu tetikleyen unsurlardan başlamam gerek. İlginçtir ki erkekler de kadınlar da arzulanan olabilmek için karşı cinsin kıstaslarına değil kafalarındaki rol modellere benzemeye çalışırlar. Arzu, artık ötekinin arzusu olmuştur. Hayranlık, karşı cinsten, karşı cinsin ilgisini yönelttiği bir üçüncü kişiye kaymıştır. Bu noktada ortaya çıkan bir ideale erişme çabası, aşkın narsizmi ele almadan tartışılamayacağına götürür.

Günlük hayatta bu ideali en çok zayıflık tutkusunda görüyoruz. Daimi olarak eşcinsel erkeklerin yönettiği moda endüstrisinin normal kadını, seçtiği ultra ince modellerin domine ettiği bir görsel medya bombardımanına tutması kadını histerikleştirmekte ve ulaşılması zor sürdürülmesi daha zor bir çabaya sokmaktadır. İroniktir ki,dergi kapaklarını süsleyen 32 beden modellerin gerçek hayatta çoğu erkek tarafından hiç de çekici bulunmadığının bilinmesine karşın, anlamsız diyetlerle hayatı kendilerine zindan etme eğilimi kadınlar arasında sık görülen bir durum. Bu noktada yine idealleştirilen rol modellere karşı duyulan tutku, aşka üstün gelmektedir. Çünkü yine baz alınan arzu bir kadın için erkeğin arzusu değil, toplumun arzusudur.

Kitapta tartışılan diğer ilginç konuysa, terapist ve hasta arasındaki bağ. Bir terapist hastasını gerçek anlamda sevemez, sevmemelidir. Çünkü aşk karşılık ister, ve gerçek bir psikanalist, sevilmemek bedelini göze alarak hastasının yüzüne gerçekleri vurmalıdır (hasta psikotik olmadığı müddetçe).

Bu kitabı size tavsiye etmemin önkoşulu önceden Lacan’a aşinalığınızın olmasıdır. Aksi takdirde içerisindeki bilgiler size çok teorik gelebilir. Aynı zamanda kitabı okumadan Platon’un Şölen’ine de bir göz atmak isteyebilirsiniz. Çünkü son bölüm Şölen’i Lacan ekolünden anlamak üzerine kurulu. Son olarak kitap sizi tatmin ederse Agah Aydın “53- Freud’dan Lacan’a: Neden aşık oluyoruz?” isimli podcastini de dinleyin derim, çok keyif alırsınız…

Continue Reading