Son zamanlarda fark ediyorum ki sadece aşkta değil, arkadaşlıkta da sosyokültürel ve psikografik anlamda benzerlerimizi arıyoruz. Kanıtlanmış bir teori olarak (Similarity-Attraction Theory – Theodore Newcomb), kendimizden uç bir demografide ve psikolojik yapıda bir partnere âşık olma ihtimalimiz çok düşükse—heyecanla başlasa dahi evrensel olarak, eninde sonunda karşılıklı olarak irrite olunur—aynı şekilde arkadaşlık kurarken de kendi demografik ve psikografik yapımızdan tamamen farklı insanları seçme ihtimalimizin azaldığını düşünüyorum.
Arkadaş ediniminde insanlar ya ortak düşmanlar yaratarak ve bir ideaya düşman olarak kümeleniyor ya da ortak idealler peşinde giderken yolları kesişiyor ve yol arkadaşlığı yapıyorlar. Biz bu iki ucun hangi tarafındayız, onu sormak gerek. Çünkü hayat kalitemizi, yakınımızdaki beş kişinin ortalaması oluşturuyorsa, bu insanları neye göre belirlediğimiz de sorgulamaya değer bir konu.
Eğer arkadaşlarınızla ortak bir düşman yaratarak birleşiyorsanız—yani gönüllü olarak sözde düşmanınızı takip ederek kurguluyorsanız yaşamınızı—öz benliğiniz de bu hayali düşmanın sınırları ötesine geçemez. Ben genelde hep kendimden birkaç noktada daha iyi olduğunu düşündüğüm insanlarla arkadaşlık kurarım. Bir başkasının yanımda parlaması beni rahatsız etmez, çünkü ışığına güvenenlerdenim. Birinin benden belirli noktalarda üstün olması da beni rahatsız etmiyor. Doğa bu yaklaşıma en güzel örnek aslında: Papatya da kır çiçeği de kendilerini birbirleriyle kıyaslamadan hâllerinden memnundurlar. Oysa ortak nefret etrafında toplananlar, aslında nefret duydukları kişinin koltuk değnekliği sayesinde yürüyebilirler. Bu bana, kendi kendini sakat bırakmak gibi geliyor. Çünkü varoluşlarını “anti”leşmeye endekslediklerinde, benliklerinin en önemli bileşeni, o düşman olarak gördükleri kişinin varlığı hâline gelir.
Küçükken bir arkadaşımdan nefretle bahsettiğimi hatırlıyorum. Annem sakince dinleyip, “Gerçekten o kadar kötü biri mi, yoksa onu kıskanıyor musun?” demişti. Keşke daha çok anne, çocuğunun şakşakçılığını yapmak yerine, kimi zaman anlaşmazlık da yaratma pahasına, ona dürüst davranabilse… Böylece hayatımızı ve davranışlarımızı bir başkasına tepki olarak kurgulamaktan öte, “Kimler bana iyi geliyor?” diye sorma özgürlüğüne erişebiliriz.
Ve evrendeki her şey enerji olduğundan, güzelliğin de çirkinliğin de hem fiziksel hem de kültürel anlamda bulaşıcı olduğunu düşünüyorum. Rezonans alanınızı değer yaratan insanlarla çevrelediğinizde, yükselmekten başka bir alternatifiniz kalmıyor. Oysa ışıktan korkup karanlığa sığındığınızda ve etrafınızı yine fotofobik insanlarla çevrelediğinizde, zamanla kendi ışığınızın da bu karanlığa dönüşmesi kaçınılmaz hale geliyor…