KİTAP: KENDİNİ ARAYAN İNSAN- ROLLO MAY

“. . .İnsanların çoğu, hayatlarını sürdürebilmek için başkalarına dokunmak zorunda olan görme engelli kişilerden farksızdır” (May)

Kitap günümüzün en büyük sıkıntısının, yaşamsal faliyetlerimizi tehdit eden somut problemler değil, ruhsal yaşantımızı altüst eden bir anksiyete çağında yaşamamız olduğunun altını çizerek başlıyor.  Anksiyetemizin sebebiyse, yaygın inancın aksine yaşamın belirsizlikleri değil, aksine bizden beklenenlerin oldukça net olmasından kaynaklanıyor. Bizden beklenenin ve bizim olmak istediğimizin arasındaki uçurumsa “anksiyete”nin ana nedeni olarak tanımlanıyor, hatta kitapta Rollo May’in bir danışanının kendini kendisinden beklenenleri yansıttığı bir aynalar toplamı olarak gördüğünden de bahsediliyor. Bu her ne kadar uç bir tanım olsa da, skalanın farklı uçlarında aynı duygu birçokları tarafından kolektif olarak yaşanıyor. Artık kilisenin katı kuralları veya çeşitli politik partilerin faşizmlerine biat ederek yaşanmasa da, Erich Fromm’un deyimiyle “anonim otoriteler” gündelik hayatlarımızı tekellerine almış durumda. Duygularımızın ve düşüncelerimizin validitysi anonim otoriteler tarafından gördüğümüz kabule orantılı olarak artıyor. Oysa “anonim otoriteler” olarak kastedilen (elalem), uyum sağlamak ve dışlanmamak için sürekli radarları açık gezen bir insan topluluğundan başka bir şey değil.

İnsanın uyum sağlama takıntısının toplumsal başarı göstergesi haline getirmesinin en büyük kanıtlarından biri,  artık yalnız kalmaktan korkuyor oluşu. İçteki boşluğa hayattaki eylemsizliğin sebep olmasıyla yüzleşmek yerine, onay arayışıyla o boşluğu dolduracağımıza inanılan bir çağdayız. May bu noktada insanın sosyal bir tür olduğunu inkar etmiyor, ona göre asli sorun, bir davete gidip varlığından keyif alınan bireylerlerle kaliteli vakit geçirmenin o davete “davet edilmiş olmanın” verdiği kabul görme duygusundan daha az önemli hale gelmesi. May’e göre en bağımsız görünen entelektüeller bile gitmeyecekleri davetlerin davetiyelerini almaktan hoşlanıyor.  

Genelde anksiyetenin psikolojik destek alan ve nevrotik olarak yaftalanan bir kitleye has olduğu düşünülse de, May “farkındalığı belli bir eşiği geçen her bireyde belli dozda anksiyete oluşur” teziyle bunu yalanlıyor. Hayatta kendisinden beklenenlere comply etmek dışında bir etki gücü olmadığına inanmak insanı “boşluk” duygusuna sürüklüyor ve May bu boşluk duygusunu daimi olarak bastırmaya çalışanları “içi boş insanlar” olarak tanımlıyor.. May’e göre her ne kadar insan, içindeki boşluğun onu yutacağından korksa da; boşluk duygusu, savunma mekanizması olarak geliştirilen yapmacık bir duyarsızlıktan daha tehlikeli değil. Yaşamdaki olaylar ile alakalı ne hissedeceğinin ve nasıl davranacağının içgörüsünü bile başkaları üzerinde uyandırabileceği izlenimi düşünerek tasarlamak insanı kendi benliğine yabancılaştırıyor… Din ve politik sistemlerdeki fanatizm de buna dayanıyor, ahlak artık aktif bir katılımla yaşamın gözden geçirilme süreci olarak değil, nasıl davranılması gerektiğinin dikte edildiği bir doktrin olarak görülüyor. Bu noktada yazar, dini aktif düşünme süreciyle devam eden bir sistem değil, sorgulamadan itaat edilen bir eylem planı olarak görenlerin düşük benlik algılarından sözü açıyor. May’e göre ateizm de körkütük inanç da aynı noktaya çıkıyor. Fanatik ateizm, kişinin benlik bilincinin din veya herhangi bir dış faktör ile yok edileceğini düşünecek kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Aksine fanatik inançsa, kişinin kendi aklına güvenemeyip ezberletilen değerler üzerinden hayatını sürdürmek için sığındığı bir kolaya kaçış limanı olarak tanımlanıyor.

Her ne kadar verdiği fikirlerin faydası yadsınamaz olsa da, benim beklentilerimi tam anlamıyla karşılayan bir kitap olmadı. Tabi bunda  OkuyanUs’un kötü çevirisinin de etkisi olmuş olabilir, ancak bana göre asıl sorun May’in daimi olarak Kierkgaard, Nietzsche, Hegel ve Shakespeare’in fikirlerini paraphraseleyip tartışmayı kendi görüşlerini de ekleyerek beklediğim kadar derinleştirmemesiydi. Eğer bahsettiğim yazarları okumadıysanız öncelik olarak bu kitabı değil de Nietsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünü veya Hegel’in “The Phenomenology of Spirit”ini okumanızı tavsiye ederim.  

Continue Reading

KİTAP: İNSANI TANIMA SANATI- ALFRED ADLER

İnsan tanıma sanatının zorluğu, güdüleri üç km öteden görülebilen nevrotikleri analiz etmek değil, en yakınımızda olup iç dünyası ve hayat amacıyla alakalı hiçbir fikrimiz olmayan insanları anlayabilmektir.

Kitap 1920 senesinde Viyana Halk Enstitüsünde verilen bir senelik seminerlerin bütününden oluşuyor. Yazıldığı dönem Viyana çevrelerinde Freud’un gölgesinde kalan Adler’e “ergen psikoloğu” damgası yapıştırıldıysa da; tezlerinin bu yüzyılda hala ayakta oluşu, bu damgaların asılsızlığının kanıtıdır. Adler’in insan ruhunu incelemeye ilgi duyan her birimize yaptığı yegane uyarı, esasen mental normlara uymadığı gerekçesiyle toplum dışına itilenlerle, normal gördüklerimizin nevrozlarının benzer oluşudur. Fakat ruhsal anormaller kişisel gerçekliklerini maskeleme becerisinden yoksundurlar, bu yüzden de kendilerini bizlerden kolay ele verirler. Adler’e göre normal subjektiftir, ancak illa ki bir çerçeveye sığdırılıp kategorize edilecekse, “normal” toplumda yaygın olandır ve mutlak olabilmeye en yatkın gerçek toplumdur. İnsan tanıma sanatının zorluğu, güdüleri üç km öteden görülebilen nevrotikleri analiz etmek değil, en yakınımızda olup iç dünyası ve hayat amacıyla alakalı hiçbir fikrimiz olmayan insanları anlayabilmektir. Bu insanları anlayabilmek için de öncelik olarak çocukluk yaşantılarını öğrenmek ve yakın ilişkilerindeki tavırlarını gözlemlemek şarttır.

Adler’in kitap boyu sunduğu en önemli tez, “Bireyin ruhsal devinimi hep aynı kalmakta, ruhsal olayların dış görünümü, somutluk derecesi, dışavurum biçimi değişmesine karşın, bu olayların dayandığı temeller, amaç ve dinamizm, kısaca ruhsal yaşamın amaç doğrultusunda devinimini sağlayan tüm öğeler değişmeden varlığını sürdürmektedir” (Adler 27). Çocukluk döneminde şuan sansürlediğimiz güdülerimizi, savunma mekanizmalarımız ruhumuza konuşlanmadan filtresizce ifade etmemiz; psikoterapilerde çocukluğa önemli bir ağırlık atfedilmesinin sebebidir. İnsanlar ilk yaşlarında edindikleri dünya algısından kolay kolay sıyrılamazlar. İlerleyen yıllardaki davranışları, ilk yaşlarında edindikleri dünya algısını referans alarak belirledikleri amaçlara ulaşmak için gösterdikleri dışavurumdur. Fakat şunu da göz önünde bulundurmalıyız, aynı dünya algısına sahip iki çocuk çok farklı davranış modelleri edinebilir. Otoriter baba sahibi iki erkek çocuk, çok agresif veya çok utangaç olmak üzere iki ayrı uçta dışavurumlar geliştirebilirler. Agresif olan çocuk, hayatı boyunca korku yöntemiyle babasının sahip olduğu itaate sahip olmaya çalışırken; utangaç olan, iyi niyet perdesiyle çocuklukta bir türlü göremediği sevgiyi edinmek ister.

Sadece mental ve fiziksel hareket özgürlüğü olan canlılarda bir ruhsal yaşam vardır. Bitkinin bir ruhsal yaşamı olması ona hiçbir şey kazandırmaz. A noktasından B noktasına gidebilme özgürlüğü olan insanlarda ayakların işlevselleşmesi gibi; hayatının kontrolünü ele alabilme becerisine sahip canlılarda bir ruhsal yaşamın varlığından söz edebiliriz. Ruhsal yaşamın işlevi kendimizi savunmak ve varlığımızı garanti altına almaktır. Çocukluk yaşamında edindiğimiz gözlemler bize varlığımızı garanti altına almamızı sağlayacak bir “amaç” verir. Fakat Freud’un aksine Adler için bir amaca giden binlerce farklı yol olabilir. Herkes için farklı ve yegane olan amaçların cinselliktense toplumu ön plana alması ve doğa yasasının insan yasasıyla bir tutulamayacağına inanması Adler’i Freud’dan ayırır. Adler’e göre bir insanın iç dünyasıyla ilgili kilit bilgileri hemcinsleriyle olan iletişimlerini takip ederek edinebiliriz. Ben Freud’un kuramlarını çağ dışı bulmayan biri olarak, en doğru yorumun sentez şeklinde çıkarılabileceğine inanıyorum.

Çocuk ne zaman canının istediği gibi davranmak istese, uygarlığın varlığını karşısında bulur. Aslında tayin edilmiş yaşam çizgisi aile ve toplum tarafından bir paket olarak eline verilir ve çocuk için hayat gerçekten istedikleriyle, beklentilere ne kadar uyum sağlayabildiği arasında gitgellerlerle dolar. Bu gitgelleri normalize edip karşısına duvar gibi dikilen uygarlığın altında ezilmemek için dokunulmazlığını ilan etmek, güç kazanmak ister çocuk. Adler’e göre tüm amaçların ortak noktası bu güç istencidir. Aşırı sevecenliğin bile. Büyürken sürekli olarak “Seni bu kadar sevdiğim halde şimdi bu dediğimi yapmıyor musun” güzellemesini duyan bir çocuk, sevgi kisvesi altında biat edilmek ister. Bu tür bir çocukluk yaşantısı geçiren bireyler sevgi maskesi altında  otorite kurmak ister. Dolayısıyla Adler önemli bir uyarı yapar, bir aile içinde çocuğun bir ebeveyne gösterdiği aşırı yakınlığın asla gözden kaçırılmaması gerekir. Çünkü bu yakınlığı, varlığının devamı için önkoşul kabul eden çocuk, yavaş yavaş kendine rakip olarak gördüğü tüm herkesi elimine etmeye çalışır (kardeşi, kuzenleri ve belki başka bir ebeveyn).

Önemli bir başka noktaysa kişinin yaşam öyküsündeki hangi olayları hatırladığıdır. Çünkü kişi sadece kendine yakıştırdığı kişilik algısını tasdikleyen anıları hatırlar. Bu yüzden gerçek bir kimlik algısı oluşturabilmek için kişinin terapiste çevreyle ilişkisini anlatması, öz farkındalığını aktarması kadar önemlidir. Çevreyle olan ilişkisi bazen kişiyi kendini gereksiz yere yargıladığı durumlarda aklayabilir, veya aksine masumluğunu ilan ettiği koşullarda aslında hiç de suçsuz olmadığı gerçekliğiyle yüzleştirebilir. Örneğin masumane gözüken bir unutma, aslında bilinçaltında kendisine biçilen bir göreve başkaldırı niteliği taşıyabilir. Bir ev kadınının sürekli olarak gündelik sorumluluklarını unutması, aslında agresifçe başkaldırsa kabul edilmeyecek olan ev kadınlığından istifasını, kabul edilebilir yapar.

İnsanlar hakkında birçok yaklaşım türetebilirsiniz, fakat Adler gibi bir öğretmenden öğrenmedikçe acemi saptamalarınız o günkü modunuzun yansıması olmaktan öteye geçemeyecektir.  Samimi olarak insanları anlama tutkunuz ve çabanız varsa bu kitap kesinlikle bir MUST.

Continue Reading

KİTAP: KABUL VE KARARLILIK TERAPİSİ (Acknowledge and Commitment Therapy)- Steven C. Hayes ve Jason Lillis

Düşünce ve duygu sistemlerini değiştirmeye çalışmanın en büyük handikapı, hasıraltı ettiğimiz her inancın şiddeti çok yüksek patlamalar halinde önünde sonunda varlığını ilan etmesidir. Dolayısıyla ACT’nin psikoterapötik yaklaşım olarak acısız bir hayatı amaçlamaktansa acıyı kabul etmeyi hedeflemesi beni oldukça etkiledi. Kitap uzun bir tarihçe ile başlıyor. Fakat psikoloji temelli bir eğitim almamamdan da kaynaklı olarak bu tarihçede benim kendime not etmeye kayda değer bulduğum tek nokta ACT’nin, aşinalığım olan CBT (Cognitive Behavioral Therapy)’nin 3. Jenerasyon bir alt dalı olması.

Kabul ve kararlılık terapisinin esas amacı mindfulness ve kabul etme süeçleriyle, kişide bir psikolojik esneklik yaratmaktır. Psikolojik esneklikse, duyguları ve düşünceleri bastırmadan (fakat özdeşleşmeden de) kabul etme becerisidir. Psikolojik esnekliğin ne olduğu 6 maddede özetleniyor:

  1. Kabullenme
  2. Bilişsel Ayrışma (düşünceleriniz siz değil)
  3. Mevcut Ana Dikkat
  4. Benliğin Perspektif Algısı
  5. Seçilmiş Değerler
  6. Kararlı Eylem

ACTnin bu değerlerle amaçladığı, danışanın adeta büyüteçle kendine yaklaştırıp overanalyze etmeye çalıştığı problematik iç yaşantısını; kendi benliğiyle zihinsel monologlarının arasına sağlıklı bir mesafe koyarak -bilişsel ayrışma- gözden geçirmesidir.

  1. Kabullenme: ACT’de kabullenme metodu, deneyimsel kaçınma veya kontrol stratejilerine karşı sağlıklı bir alternatif olarak öğretilir. Bir olayın gerçekleştiğini kabul edecek fiziksel bir hafızaya sahip olmak, o olayın gerçekleştiğini zihninizde ve kalbinizde kanıksayabilmekle aynı şey değildir. Kabullenme derken ikincisini kastediyoruz. Ölüm örneği üzerinden gidelim. Birinci dereceden yakınınız vefat ettiğinde, kaybı sizi aylar ve belki yıllar süren bir yasa boğar. Bir süre sonra onu hatırlamak istemezsiniz. Hatta yas duygunuz altından kalkamayacağınızı düşündüğünüz kadar güçlüyse belki eşyalarını bağışlarsınız veya belki daha hafif bir tepki olarak onu hatırlatan mekanlardan kaçarsınız. Fakat onu unutmayı gerçekten diliyorsanız, o zaman hafızanızdan bir daha asla tekrarını yaşayamayacağınız güzel anılarınız ve kutlamalarınız da yok olur. Acı çekme korkaklığınız yüzünden böyle bir yoksunluğun yükünü taşımaya gerçekten gönüllü müsünüz? Bu örnek bir kaçınma örneğiydi. Gördüğünüz gibi yakınınızın vefat ettiğini “acknowledge” etmek ile “accept” etmek arasında çok büyük farklılıklar var. Yaygın ve keza daha hafif duygusal şiddet içeren başka bir deneyimsel kaçınma örneği ise, kilo verinceye kadar ilişki yaşayamayacağına inanan bir vücut dismorfik bozukluğu vakası olabilir, ya da stresli ve anlaşmazlıklarla dolu bir boşanma sürecinden geçtikten sonra bir daha evlenemeyeceğine koşullanmış bir adam . . . Eminim sizin de kendi hayatınızdan verebileceğiniz örnekleriniz vardır.
  2. Bilişsel Ayrışma: CBT’deki düşünce günlüğü çalışmaları gibi, bilişsel ayrışma eylemi de düşüncenizin sizden farklı bir yaşamöyküsü olduğunu, geçmiş travmalarınızdan beslendiği için düşüncenizi asla tamamen alt edemeyeceğinizin bilincinde olarak, onu daha özenli fakat benlik algınızla kaynaştırmadan ele almanızı talep eder. Anksiyete oluşturan düşünceyi zorla değiştirmeye veya kontrol altında tutmaya çalışırsanız, stres yükünüzü daha da arttırır ve hiçbir ilerleme kaydedemezsiniz. Yaratıcı umutsuzluk kontrolü gevşetip duygunuzun da sizden ayrı bir yaşantısı olduğunu kabul edip tükenmesi için zaman tanımaktır.
  3. Mevcut Ana Dikkat: Mindfulness pratiği yapmak sizi içinde bulunduğunuz ruminasyon döngüsünden kurtaracaktır. İşe nefes egzersizleriyle başlayabilirsiniz. Mindfulness’ın başarısı MBSR programlarıyla da kanıtlanmıştır. Ancak şunu söylemeliyim ki, şahsen ben mindfulnessi büyük bir özenle yapamıyorum. O yüzden terapötik bulduğum başka hobilerde (at/ yürüyüş vb.) anda kalmayı deniyorum. Siz de aynı yolu seçebilirsiniz.
  4. Benliğin Perspektif Algısı: “Birine kim veya nasıl biri olduğunu sorarsanız size genel anlamda hayat hikayesini, kişisel geçmişini ve yaşamında öne çıkan özelliklerini anlatacaktır (…) Bu “kavramsallaştırılmış benlik”tir. Yani, bireyin kişisel anlatısı ve değerlendirmeci bir tarifidir. (…) Kavramsallaştırılmış benlik her zaman işlevvsel bir yalandır. Çünkü bilinmesi olası şeylerden daha fazlasını iddia eder ve doğal olarak halihazırda bilinen her şeyi aşırı yorumlar.”(Hayes 87). Kavramsallaştırılmış benliğinizin farkındalığından uzak yaşarsanız, kimliğiniz kendi kendinize içinden çıkmaya izin vermediğiniz bir hapishaneye dönüşür. Benliğin perspektif algısıysa, geçmişteki acı tatlı deneyimlerinizin o anki bilgi birikiminiz, hayat tecrübeniz ve duygusal durumunuzla değerlendirilmesini talep eder. Yani bir nevi olaya iki boyutlu bakmaktansa, derinlik katarsınız.

Egzersiz: Şuanda deneyimlemekte bulunduğunuz bir negatifliğe perspektif alarak bakmak isterseniz, kendinizin 5-10 sene sonraki halini hayal ederek içinde bulunduğunuz paradigmayı yeniden çözümleyebilirsiniz.

  • Seçilmiş Değerler: Genelde değer sandığımız çoğu kavram aslında hedeflerimizdir. Kitapta buna örnek olarak “Sevilmek istiyorum” veriliyor. Sevilmek istemek bir eylem niteliği değildir. “Sevgi dolu olmak istiyorum”sa sizin davranış kalıbınıza direkt yönlendirmesi olan bir önerme olduğu için bir değer olarak kabul edilebilir.

Egzersiz: 85. Yaş doğumgününüzü kutluyorsunuz. Davet ettiğiniz herkes, sizinle ilgili sizin istediğiniz ve sizi mutlu edebilecek şeyler söylüyor, sizi tarifliyorlar. Sizin hakkınızda neler dediler?

Yukarıdaki egzersizde başkalarının hakkınızdaki yargılarının kavramlara dökülmesi değerlerinizi belirlemeniz için yol haritanız olabilir. Ve doğal olarak, davranışlarınız ancak yukarıdaki değerlerle uyumluysa size gerçek anlamda tatmin verebilir.

  • Kararlı Eylem: Terapi sonunda oluşturulmuş davranışsal döngüler seçilmiş değerlere göre oluşturulur. Kitaptaki vaka örneğinde, danışan yalnızca toplumun dikte ettiği role uyum sağlamak değil, aynı zamanda da kendine karşı dürüst olmak istemektedir. Problemli davranış paternleri hangi seçilmiş değerlerin öneminin ağır bastığına göre revize edilir.

Eğer psikoloji konusunda text book okumaya alışkın değilseniz, bu kitap sizi biraz zorlayabilir. Ben bazı yerlerde ağır terminolojisi nedeniyle zorlandım. Öncesinde daha hafif bir ACT’ye giriş kitabı tercih etmeniz bu kitabı da daha kolay analiz etmenizi sağlayacaktır.

Continue Reading

Kitap: The Secret

The Secret. Bu adı duymuşsunuzdur. Rhonda Byrne tarafından 2006’da yayımlanan dünyaca ünlü bir best-seller. Popülist her tür eserden kaçtığım gibi yıllaryılı bu kitaptan da kaçındım, çekim yasasına inanmama rağmen, soluğu bu yasayı anlatan başka eserlerde aldım. Fakat geçen hafta bu hafta kitabı okuma şansım oldu. Ve yoğun tempoma rağmen 2 günde bitirdim. 

Kitabın yazılış tarihçesi Rhonda Byrne’ın babasını aniden kaybetmesi, iş ve arkadaş çevresiyle olan ilişkilerinin bir girdaba girmesi, yoğun çalışma temposunun onu tükemesiyle başlıyor. Kızı Hayley tarafından hediye edilen bir kitapla yaşamının değiştini söylüyor Byrne. The Secret’ın belgeselini çekeceği zaman çoğu Secret practitioner’ının yüzdeyüz kesinlikle belgesele katılacağından emin olmadıklarını anlatıyor, fakat yola öyle bir inançla çıkmış ki, 8 ay sonunda 55 practitionerla belgeseli tamamlamışlar. 

Peki nedir bu secret?

Öncelikle anlamamız gereken şey, Secret’ın neden bilimsel bir temeli olduğu. Elinizi tutup baktığınızda fiziksel bir kütle görseniz de; işin aslı, mikroskop altında incelediğinizde eliniz enerji titreşiminden ibarettir.Yani, E=MC^2 : kütle ve ışık =enerji. Peki enerjiyle alakalı neler biliyoruz? Enerji titreşimdir, birine dokunduğunuzda sıcaklığını infrared, görüntüsünü ise ışık enerjisiyle algılayabilirsiniz. Şuanki bilimsel metodoloji, beyin scan’leriyle beraber beyninizin yaydığı enerjiyi bile görüntüleyebiliyor. Fakat yine de düşüncelerimizin titreşimden yoksun olduğu konusunda ısrarcıyız. Oysa aynı düşünceyi tekrar tekrar düşündüğümüzde, aynı titreşimi defalarca çevremize yaymış oluyoruz. 

Energy is attracted to like enery. → Thoughts become things.

Hepimiz zenginliğini aniden kaybetmiş, ardından yine eski malvarlığına kavuşmuş insanlar tanırız. Bunun sebebi,  bu insanların zenginleştikten sonra kaybetme korkularının depreşmesi, ardından mal varlıklarını kaybedince kaybetmeye korktukları bir şey kalmamasıyla birlikte, baskın düşüncenin: zenginliğini yitirmektense, bolluğa dönüşmesidir.. Aynı şekilde sık verilen bir örnek de, uzun süredir görüşmediğiniz bir arkadaşınızı aklınızdan geçirmenizden sonra telefonunuzun çalmasıdır, veya günboyu mırıldandığınız bir şarkıya iş dönüşü radyoda denk gelmenizdir. Yaydığımız enerjinin etki ve tepkisini kabul ettiğimizde, enerjimizi yükseltmekten başka seçimimiz olmadığını anlıyoruz. Bunu kişisel gelişim olarak görmeyin, psikolojik olarak da daha yüksek bir enerjide olmak sizi daha resilient kılar, ki bu da zaten hayat akışınızdaki sorunları önemli ölçüde azaltır. Ve nasıl ki televizyonda frekansı değiştirmeden kanal da değiştiremiyorsak, hayatımızda da odaklı düşünceleri challenge etmeden şuankinden bile iyi bir versiyonumuzu yaratamayız 🙂 

Size kısaca kitapta dikkatimi çeken birkaç altbaşlıktan bahsetmek istiyorum. 

  • “I don’t want epidemic”: Çekim yasasının birçok insanda işe yaramamasının seebi insanların korkularına o kadar sıkı sıkıya yapışmasıdır ki, artık dominant düşünce ne istedikleri değil, ne istemedikleridir. Evren mesajın “don’t” kısmını incelemez. O yüzden de korktuğunuz başınıza gelir. Dolayısıyla bir dilek dilerken “hastalıktan kurtulayım” değil, “iyileştim” şeklinde dileğinizle aynı frekansta olduğunuz mesajlarda bulunmak önemli. “The law of attraction is not biased to wants or don’t wants. When you focus on something, you are really calling that into existence”(Lisa Nichols). 
  • Kitabı okurken benim aklımdaki soru, nasıl korkulardan arındırılmış bir şekilde düşüneceğimizdi. Ama kitapta negatif düşüncenin pozitiften 1000 kat daha az etkili olduğu yazıyor. “Oftentimes when people begin to understand the Great Secret, they become frightened of all the negatitve thoughts they have, they need to be aware that it has been scientifically proven that an affirmative thought is hundreds of times more powerfrul than a negative thought” (Michael Bernard Beckwith). 
  • “Time Delay”: İstediklerimizin hemen olmaması bize onların gerçekten olup olmasını istemediğimizi düşünme fırsatı verir. Böylece neyi istediğimizden emin oluruz. Anında düşünce sistemimize cevap veren bir sistemde yaşıyor olsaydık her negatifte gerçekliğimizi katostrofik boyuta getirebilirdik.
  • “Nothing can come into experience unless you summon it through persistent thoughts”
  • Gratitude: Hayatınızdaki şeylere şükür duymak enerjinizi yükseltir, sizi alma frekansına çeker. 
  • Feelings- Automatic thought sensors: Günde yaklaşık 60,000 düşünce aklımızdan geçer, hepsini denetlememiz tabii ki imkansız, ancak duygularımız otomatik kontrol sistemi gibidir. Frekansımızı duygularımızla ölçümleyebiliriz. Mutlu hissedip negatif düşünmek imkansızdır. Dolayısıyla her düşünceyi modifiye etme çabasına girmek yerine genel olarak iyi hissetmeyi seçebiliriz.
  • Visualization: Detaylı bir şekilde hayalinizi canlandırma çalışması yapabilirsiniz. Olmuş gibi düşünerek yapmanız çok önemli, zaten visualisationi daydreamingden ayıran nokta da bu. Veya visionboard yaratarak odanıza asabilirsiniz. 

Son olarak önemli bir not eklemek istiyorum,hayatta her zaman her şey istediğimiz gibi olmayabiliyor, üzücü kayıplar yaşıyoruz, hastalıklarla boğuşabiliyoruz, iş stresimiz artabiliyor, kısacası hayatta her şey olabiliyor 🙂  Ancak umut etmek ve yeni başlangıçlara inanmak bizi yaşayan ölüler olmaktan kurtarıyor. Yaşamla inatlaşmaktansa bir şeylerin daha iyi olacağına inanmamız gerektiğini düşünüyorum. Hayatı kaç kere yeniden başlamaya cesaret ettiğimizin toplamı olarak düşünürsek, Secret bunun için güzel bir tool. Sizi korkutacak kadar büyük hayaller kurmanızı dilerim 🙂

Kaynakça 

The Secret, Rhonda Byrne, kitap

The Science of The Secret, Youtube

Continue Reading

Atomic Habits: An Easy & Proven Way to Build Good Habits & Break Bad Ones by James Clear

Bu kitap kendisini bir üst seviyeye taşımak isteyen herkese tavsiyemdir.

Yemeğinizi sindirirken, uyurken, nefes alırken beyninize talimat vermeniz gerekmez; aynı şekilde araştırmalar da alışkanlıkların içselleştirilince, beynin aynı bölgesinden kontrol edilmeye başlandığını gösterir. Alışkanlıklar artık düşünmeden yapılmaya başlanınca mental enerjinizi otomatize olmuş “alışkanlıklarınızdan” çekerek,günlük problem çözme becerilerinize yoğunlaştırırsınız. Peki nasıl kendimizi daha üst versiyonumuza taşıyacak alışkanlıklar oluşturabiliriz?

⭐Alışkanlık oluştururken net ve gösterişli hedefler koymak yerine, olmak istediğiniz halinizle ilgili net bir vizyon edinmek çok daha etkilidir. Yani gerçek alışkanlıklar hedeflerle değil, sadece yeni bir kimlik yaratmakla oluşturulabilir. “Yarından itibaren dışarıdan yemek söylemeyeceğim” yerine, “Ben vücüduna özen gösteren, bu yüzden de yemeklerini olabildiğince kendim emek vererek yapan bir insanım” demek hem özsaygınızı arttırır ve sizi hedefinize daha çok yaklaştırır hem de yapmakta olduğunuz eylemi bir yük değil de kişisel sorumluluğunuz gibi algılamanızı sağlayabilirsiniz. İnsanlar olarak kendimize fayda sağlamayacak hiçbir şeyi asla yapmadığımızdan, alışkanlığınızın sizin bir üst versiyonunuzu yaratacağından yüzdeyüz emin olmanız lazım.

⭐Oluşturulmak istenen rutinler muğlak bir şekilde tarif edilmemelidir. “Bundan sonra her akşam evimi toplayacağım”, demek yerine; “işten geldiğimde saat 8 gibi evi toplayacağım” daha net bir sistem içine girmenizi sağlar ve kendi subjektif yorumlarınızla planladığınız aksiyonu manipule etmenizi engeller. Böylece işten eve geldiğinizde “akşam”ın saat gece 12’ye kadar olmasının verdiği rehavetten ve erteleme döngüsünden kurtulursunuz.

⭐Özdisiplini en yüksek olarak düşündüğümüz insanlar aslında ulvi bir içsel güçle doğmadılar. Onların sırları etraflarında dikkat dağıtıcı çok az unsur bulunmasıdır. Örneğin evinde televizyon olmayan bir insanın yatak odasında televizyon tutan bir insandan daha üretken bir şekilde gününü tamamlaması: biyolojik üstünlük değil çevresel determinizmdir. Aynı şekilde iş saatlerinde sosyal medyaya girmeden duramayan bir insanın telefonunu ajandasının yanından çekip çekmecesine koyarsanız, verimi yüzde iki yüz bile artabilir. Kısacası eğer belli bir davranış değişikliğine gitmek istiyorsanız, o davranışı “yapmamayı”, “yapmaktan” daha kolay hale getirmeniz gerekir. Telefonunuzu başka bir iş arkadaşınıza bırakabilir, evdeki televizyonun yerini değiştirebilir, 30 dk mesafedeki hiç kullanmadığınız spor salonuna üyelik yapmaktansa 5 dk uzaklıktaki bir butik stüdyoya yazılabilirsiniz.

⭐Kitabın adının “Atomic Habits” olmasının bir nedeni var: James Clear’a göre, her alışkanlık aslında çok küçük bir aksiyonun tamamlanması üzerine kuruludur. Bunu “breakthrough” olarak anlatıyor. Spora gitmek örneğini ele alalım. Spor salonuna gitmek kafanızda “Üstünü değiştir, spor çantanı hazırla, suyunu kontrol et, anahtarlarını al, arabaya bin, spor salonuna ulaş ve salonda 30dk kal vs. vs.” olarak kodlanırsa eylemlerin çokluğu aksiyon almanızı erteletir. Oysa insan doğası her zaman mümkün olan en az enerjiyle maksimum faydayı elde etmeye odaklıdır. Dolayısıyla yazarın tavsiyesi, spor salonuna gitme olayını başlangıçta olabildiğince basitleştirmeniz, yani çantanızı önden hazırlamanız, havluyu önden değiştirmeniz vs. vs., böylece spora gitmeye karar verdiğinizde 30dklık hazırlık sürecini atlayacaksınız ve yapacağınız tek şey çantanızı alıp arabaya binmek olacak. 

⭐Her ne alışkanlığı oturtmaya çalışıyor olursanız olun, “büyük” şekilde başlamaya çalışmayın. Örneğin bir sene içinde maraton koşmak istiyorsanız kondisyonunuz yoksa ilk antreman gününüzde 7 km koşmayın.Her ne kadar dramatik başlangıçlar egomuza iyi gelse de, yeni bir alışkanlığa başlarken amacımız onu olabildiğince sevimli hale getirmek -ki haz ve acı ilkesine paralel olarak o alışkanlığın sürdürülebilirliğini sağlayalım. Dolayısıyla ilk haftalarda 2-3 km gibi küçük hedeflerde kalın. Veya artık sağlıklı yemekler yemek istiyorsanız ilk günden brokoli yemeyi denemeyin, sevdiğiniz yemeklerin daha sağlıklı versiyonlarını yapın, “glutensiz pizza” mesela. Çünkü eğer hedeflerinizin rutinlerinizi yönetmesine izin verirseniz alışkanlıkların kimliğinizin bir parçası olmaktan çıkar ve sıkıcı bir yapılacaklar listesine dönüşür. 

Continue Reading

Lacan’da Aşk-8. Seminer Aktarım Üstüne Bir İnceleme

Bu kitabı Agah Aydın’ın enfes Lacan referanslarına istinaden aldım. Aşkı anlayabilen yoktur. Fakat kanımca en iyi anlatanlar Freud ve Lacan. Lacan’ın aşk üzerine tezi hiçbir zaman bir ötekinin öznelliğine ilgi duymadığımız üzerine kurulu.. derdimiz anlamaya çabalamadan anlaşılmak. Karşı tarafı anneleştirmek. Çirkinliklerimizle sevilmek istemek. Annemizle fiziksel bağımızın koptuğundaki ayrılık acisini, ığdış edilişimizin yasını başkasından alacağımız bir parçayla kapatmak istencimiz- Tu me manques yani bir parçam sende kaldı deyişi burada çok yerinde-. Fakat Lacan’a göre aradığımız eksiklik bir başkasında bulunamaz, aşkın en temel yanılsaması bu. Aşkın semptomları üzerinden konuşulabilir ama çıkış noktasını tarif etmeye çalışmak boş bir çaba “The moment öne begins to speak about love, öne descends ınto imbecility.”(Lacan). Eğer aşkın orijinine gideceksek buna ilk olarak arzuyu tetikleyen unsurlardan başlamam gerek. İlginçtir ki erkekler de kadınlar da arzulanan olabilmek için karşı cinsin kıstaslarına değil kafalarındaki rol modellere benzemeye çalışırlar. Arzu, artık ötekinin arzusu olmuştur. Hayranlık, karşı cinsten, karşı cinsin ilgisini yönelttiği bir üçüncü kişiye kaymıştır. Bu noktada ortaya çıkan bir ideale erişme çabası, aşkın narsizmi ele almadan tartışılamayacağına götürür.

Günlük hayatta bu ideali en çok zayıflık tutkusunda görüyoruz. Daimi olarak eşcinsel erkeklerin yönettiği moda endüstrisinin normal kadını, seçtiği ultra ince modellerin domine ettiği bir görsel medya bombardımanına tutması kadını histerikleştirmekte ve ulaşılması zor sürdürülmesi daha zor bir çabaya sokmaktadır. İroniktir ki,dergi kapaklarını süsleyen 32 beden modellerin gerçek hayatta çoğu erkek tarafından hiç de çekici bulunmadığının bilinmesine karşın, anlamsız diyetlerle hayatı kendilerine zindan etme eğilimi kadınlar arasında sık görülen bir durum. Bu noktada yine idealleştirilen rol modellere karşı duyulan tutku, aşka üstün gelmektedir. Çünkü yine baz alınan arzu bir kadın için erkeğin arzusu değil, toplumun arzusudur.

Kitapta tartışılan diğer ilginç konuysa, terapist ve hasta arasındaki bağ. Bir terapist hastasını gerçek anlamda sevemez, sevmemelidir. Çünkü aşk karşılık ister, ve gerçek bir psikanalist, sevilmemek bedelini göze alarak hastasının yüzüne gerçekleri vurmalıdır (hasta psikotik olmadığı müddetçe).

Bu kitabı size tavsiye etmemin önkoşulu önceden Lacan’a aşinalığınızın olmasıdır. Aksi takdirde içerisindeki bilgiler size çok teorik gelebilir. Aynı zamanda kitabı okumadan Platon’un Şölen’ine de bir göz atmak isteyebilirsiniz. Çünkü son bölüm Şölen’i Lacan ekolünden anlamak üzerine kurulu. Son olarak kitap sizi tatmin ederse Agah Aydın “53- Freud’dan Lacan’a: Neden aşık oluyoruz?” isimli podcastini de dinleyin derim, çok keyif alırsınız…

Continue Reading