Kişisel gelişimin saçmalıklarından biridir, ihtiyacımız olmayanlardan arınmayı öğretmek yerine bizi daha fazlasını istemeye zorlar.
Detachment nedir? Hayatin bana daha iyisini sunamayacağına inandığım için elimdekini bırakmak istemiyorum demektir. Bağımlı değil bağlı ol klişesini bir tarafa bırakırsak: detachment aslında kendine, hayata ve Allah’a güvenmemektir. Kendine güvenmezsin, çünkü içindeki durumdan daha iyi bir duruma geçerken karşılaşacağın limbo ile nasıl baş edeceğini bilemezsin; hayata güvenmezsin çünkü hayatını sadece içinde bulunduğun snapshotla yargılarsın ve büyük resimde hangi derdinin neye hizmet edeceğini bilemezsin, Allah’a güvenmezsin çünkü elinde inatla tuttuğun isi/ ilişkiyi/ toksik arkadaşını bir bırakabilirsen sana çok daha iyisini verebileceğini anlayamazsın. Aslında detachment kendi içinde bir paradokstur. Hem daha iyisini istersin ama hem de şu anda elindekini kaybetmekten de korkarsın. Ve sırf korktuğun için sıkı sıkı tuttuğun her şey bir gün mutlaka dikenleriyle ellerini acıtmaya baslar. Bilerek gelmekte olduğunu görmediğin şey sonunda dayanılmaz hale gelince işte o zaman yapılacak en vasat şey hayati ve Allah’ı suçlamaktır. Bu tarz bırakamama -iŞi, ilişkiyi, arkadaşı- söylemlerini duyduğumda en başta bir yadırgarım. Çünkü anlık bir acıdan kaçmak için tüm hayatını gerçekten miserable bir şekilde geçirme fikri bana IQ geriliği belirtisi gibi gelir. Ama bu muhtemelen hepimizin yasam döngümüzde kolektif olarak en az bir kez yaşadığımız yanılsamalardan biridir: olmayanı olmasını istediğimiz şekilde görür, kendimizi inandırırız ve bazen bunu spiritual bullshite bile evriltip çekim yasası süsü vererek zorla isteriz. Kişisel gelişimin saçmalıklarından biridir, ihtiyacımız olmayanlardan arınmayı öğretmek yerine bizi daha fazlasını istemeye zorlar. Geçenlerde bir podcastte duydum, “Belki de Allah’ın seni layık gördüğünden çok daha azını istiyorsun ve bunu sana vermediği için de kızıyorsun.” Unutma, sen hayatinin çok küçük bir kısmını, çok küçük bir açıdan görüyorsun. Büyük resimde neyin nasıl konumlandığını bilemezsin. Bunu bilmediğimiz için de olaylarla ilgili anlık değerlendirmeler yapmak çok vasat geliyor bana. Vasat dediysem de, bu anlık değerlendirmeleri ben de sik sik yapardım zamanında. Ama geçenlerde çok sevdiğim bir insan (bunu okuyorsa onun bilgisine çok hayran olduğumu bilsin:), “Biraz beklersen olaylar zaten iskambil kağıdı gibi önüne dökülecek” dedi, “şu an bir değerlendirme yapman için çok erken çünkü elinde hiçbir data yok” diyerek de ekledi. Türk dizilerinde neden sürekli drama vardır biliyor musunuz? Çünkü bizim insanimiz damarlarındaki Akdeniz kanından ötürü çok çabuk tepkimeye girer. Olaylar çok çabuk gelişir, pireler deve olur. Beklerse teker teker kartların önüne açıldığı masayı dağıtır gider, sabırsızdır. Uzun süredir günlük tutuyorum (uzun sure=tüm hayatim) geçenlerde eski yazdıklarımı okuyunca sunu fark ettim, zamanında tam bir katastrofi, hatta hayatin sillesi olarak yorumladığı her şey aslında benim için bir blessingmis -daha iyi bir eğitim, daha yüksek özgüven ve yeterlilik kazandırmış. Kısacası hayata güvenmek gerekiyor. Önümüzü göremediğimizde bile. Bazıları hayati araba sürmeye benzetiyor. Bence alakası yok çünkü araba kullanırken en azından belli bir mesafeye kadar görüş açımız oluyor. Ancak hayatta öyle değil. Olasılıklar çok daha fazla. Ve ihtimaller gerçekten tahayyül ettiğimizden bambaşka olabiliyor. O yüzden de inatla bizim için iyi olan bir fantezi kurgulayıp kafamızda ona inanmaktansa, gerçeklerden keyif almayı ögrenip bazen yaşamın trajikomikligine gülmeye davet ediyorum sizi. Odağınız kadar büyütürsünüz insanları ve olayları. Bunun farkındalığını kazanınca: hayatınızdaki aktörlerden, karakteri ağır basmayan herkes zaten kafanızda da önemini yitiriyor. Kendi gerçekliğinizi ve öz değerinizi tam anlamıyla kanıksayabilince zaten başkaları için ne gereğinden kotu ne gereğinden iyi düşünmeye yeriniz olmuyor çünkü…
Sevgiyle