KİTAP: İNSANI TANIMA SANATI- ALFRED ADLER

İnsan tanıma sanatının zorluğu, güdüleri üç km öteden görülebilen nevrotikleri analiz etmek değil, en yakınımızda olup iç dünyası ve hayat amacıyla alakalı hiçbir fikrimiz olmayan insanları anlayabilmektir.

Kitap 1920 senesinde Viyana Halk Enstitüsünde verilen bir senelik seminerlerin bütününden oluşuyor. Yazıldığı dönem Viyana çevrelerinde Freud’un gölgesinde kalan Adler’e “ergen psikoloğu” damgası yapıştırıldıysa da; tezlerinin bu yüzyılda hala ayakta oluşu, bu damgaların asılsızlığının kanıtıdır. Adler’in insan ruhunu incelemeye ilgi duyan her birimize yaptığı yegane uyarı, esasen mental normlara uymadığı gerekçesiyle toplum dışına itilenlerle, normal gördüklerimizin nevrozlarının benzer oluşudur. Fakat ruhsal anormaller kişisel gerçekliklerini maskeleme becerisinden yoksundurlar, bu yüzden de kendilerini bizlerden kolay ele verirler. Adler’e göre normal subjektiftir, ancak illa ki bir çerçeveye sığdırılıp kategorize edilecekse, “normal” toplumda yaygın olandır ve mutlak olabilmeye en yatkın gerçek toplumdur. İnsan tanıma sanatının zorluğu, güdüleri üç km öteden görülebilen nevrotikleri analiz etmek değil, en yakınımızda olup iç dünyası ve hayat amacıyla alakalı hiçbir fikrimiz olmayan insanları anlayabilmektir. Bu insanları anlayabilmek için de öncelik olarak çocukluk yaşantılarını öğrenmek ve yakın ilişkilerindeki tavırlarını gözlemlemek şarttır.

Adler’in kitap boyu sunduğu en önemli tez, “Bireyin ruhsal devinimi hep aynı kalmakta, ruhsal olayların dış görünümü, somutluk derecesi, dışavurum biçimi değişmesine karşın, bu olayların dayandığı temeller, amaç ve dinamizm, kısaca ruhsal yaşamın amaç doğrultusunda devinimini sağlayan tüm öğeler değişmeden varlığını sürdürmektedir” (Adler 27). Çocukluk döneminde şuan sansürlediğimiz güdülerimizi, savunma mekanizmalarımız ruhumuza konuşlanmadan filtresizce ifade etmemiz; psikoterapilerde çocukluğa önemli bir ağırlık atfedilmesinin sebebidir. İnsanlar ilk yaşlarında edindikleri dünya algısından kolay kolay sıyrılamazlar. İlerleyen yıllardaki davranışları, ilk yaşlarında edindikleri dünya algısını referans alarak belirledikleri amaçlara ulaşmak için gösterdikleri dışavurumdur. Fakat şunu da göz önünde bulundurmalıyız, aynı dünya algısına sahip iki çocuk çok farklı davranış modelleri edinebilir. Otoriter baba sahibi iki erkek çocuk, çok agresif veya çok utangaç olmak üzere iki ayrı uçta dışavurumlar geliştirebilirler. Agresif olan çocuk, hayatı boyunca korku yöntemiyle babasının sahip olduğu itaate sahip olmaya çalışırken; utangaç olan, iyi niyet perdesiyle çocuklukta bir türlü göremediği sevgiyi edinmek ister.

Sadece mental ve fiziksel hareket özgürlüğü olan canlılarda bir ruhsal yaşam vardır. Bitkinin bir ruhsal yaşamı olması ona hiçbir şey kazandırmaz. A noktasından B noktasına gidebilme özgürlüğü olan insanlarda ayakların işlevselleşmesi gibi; hayatının kontrolünü ele alabilme becerisine sahip canlılarda bir ruhsal yaşamın varlığından söz edebiliriz. Ruhsal yaşamın işlevi kendimizi savunmak ve varlığımızı garanti altına almaktır. Çocukluk yaşamında edindiğimiz gözlemler bize varlığımızı garanti altına almamızı sağlayacak bir “amaç” verir. Fakat Freud’un aksine Adler için bir amaca giden binlerce farklı yol olabilir. Herkes için farklı ve yegane olan amaçların cinselliktense toplumu ön plana alması ve doğa yasasının insan yasasıyla bir tutulamayacağına inanması Adler’i Freud’dan ayırır. Adler’e göre bir insanın iç dünyasıyla ilgili kilit bilgileri hemcinsleriyle olan iletişimlerini takip ederek edinebiliriz. Ben Freud’un kuramlarını çağ dışı bulmayan biri olarak, en doğru yorumun sentez şeklinde çıkarılabileceğine inanıyorum.

Çocuk ne zaman canının istediği gibi davranmak istese, uygarlığın varlığını karşısında bulur. Aslında tayin edilmiş yaşam çizgisi aile ve toplum tarafından bir paket olarak eline verilir ve çocuk için hayat gerçekten istedikleriyle, beklentilere ne kadar uyum sağlayabildiği arasında gitgellerlerle dolar. Bu gitgelleri normalize edip karşısına duvar gibi dikilen uygarlığın altında ezilmemek için dokunulmazlığını ilan etmek, güç kazanmak ister çocuk. Adler’e göre tüm amaçların ortak noktası bu güç istencidir. Aşırı sevecenliğin bile. Büyürken sürekli olarak “Seni bu kadar sevdiğim halde şimdi bu dediğimi yapmıyor musun” güzellemesini duyan bir çocuk, sevgi kisvesi altında biat edilmek ister. Bu tür bir çocukluk yaşantısı geçiren bireyler sevgi maskesi altında  otorite kurmak ister. Dolayısıyla Adler önemli bir uyarı yapar, bir aile içinde çocuğun bir ebeveyne gösterdiği aşırı yakınlığın asla gözden kaçırılmaması gerekir. Çünkü bu yakınlığı, varlığının devamı için önkoşul kabul eden çocuk, yavaş yavaş kendine rakip olarak gördüğü tüm herkesi elimine etmeye çalışır (kardeşi, kuzenleri ve belki başka bir ebeveyn).

Önemli bir başka noktaysa kişinin yaşam öyküsündeki hangi olayları hatırladığıdır. Çünkü kişi sadece kendine yakıştırdığı kişilik algısını tasdikleyen anıları hatırlar. Bu yüzden gerçek bir kimlik algısı oluşturabilmek için kişinin terapiste çevreyle ilişkisini anlatması, öz farkındalığını aktarması kadar önemlidir. Çevreyle olan ilişkisi bazen kişiyi kendini gereksiz yere yargıladığı durumlarda aklayabilir, veya aksine masumluğunu ilan ettiği koşullarda aslında hiç de suçsuz olmadığı gerçekliğiyle yüzleştirebilir. Örneğin masumane gözüken bir unutma, aslında bilinçaltında kendisine biçilen bir göreve başkaldırı niteliği taşıyabilir. Bir ev kadınının sürekli olarak gündelik sorumluluklarını unutması, aslında agresifçe başkaldırsa kabul edilmeyecek olan ev kadınlığından istifasını, kabul edilebilir yapar.

İnsanlar hakkında birçok yaklaşım türetebilirsiniz, fakat Adler gibi bir öğretmenden öğrenmedikçe acemi saptamalarınız o günkü modunuzun yansıması olmaktan öteye geçemeyecektir.  Samimi olarak insanları anlama tutkunuz ve çabanız varsa bu kitap kesinlikle bir MUST.

Şunlar da hoşunuza gidebilir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir