KİTAP: KENDİNİ ARAYAN İNSAN- ROLLO MAY

“. . .İnsanların çoğu, hayatlarını sürdürebilmek için başkalarına dokunmak zorunda olan görme engelli kişilerden farksızdır” (May)

Kitap günümüzün en büyük sıkıntısının, yaşamsal faliyetlerimizi tehdit eden somut problemler değil, ruhsal yaşantımızı altüst eden bir anksiyete çağında yaşamamız olduğunun altını çizerek başlıyor.  Anksiyetemizin sebebiyse, yaygın inancın aksine yaşamın belirsizlikleri değil, aksine bizden beklenenlerin oldukça net olmasından kaynaklanıyor. Bizden beklenenin ve bizim olmak istediğimizin arasındaki uçurumsa “anksiyete”nin ana nedeni olarak tanımlanıyor, hatta kitapta Rollo May’in bir danışanının kendini kendisinden beklenenleri yansıttığı bir aynalar toplamı olarak gördüğünden de bahsediliyor. Bu her ne kadar uç bir tanım olsa da, skalanın farklı uçlarında aynı duygu birçokları tarafından kolektif olarak yaşanıyor. Artık kilisenin katı kuralları veya çeşitli politik partilerin faşizmlerine biat ederek yaşanmasa da, Erich Fromm’un deyimiyle “anonim otoriteler” gündelik hayatlarımızı tekellerine almış durumda. Duygularımızın ve düşüncelerimizin validitysi anonim otoriteler tarafından gördüğümüz kabule orantılı olarak artıyor. Oysa “anonim otoriteler” olarak kastedilen (elalem), uyum sağlamak ve dışlanmamak için sürekli radarları açık gezen bir insan topluluğundan başka bir şey değil.

İnsanın uyum sağlama takıntısının toplumsal başarı göstergesi haline getirmesinin en büyük kanıtlarından biri,  artık yalnız kalmaktan korkuyor oluşu. İçteki boşluğa hayattaki eylemsizliğin sebep olmasıyla yüzleşmek yerine, onay arayışıyla o boşluğu dolduracağımıza inanılan bir çağdayız. May bu noktada insanın sosyal bir tür olduğunu inkar etmiyor, ona göre asli sorun, bir davete gidip varlığından keyif alınan bireylerlerle kaliteli vakit geçirmenin o davete “davet edilmiş olmanın” verdiği kabul görme duygusundan daha az önemli hale gelmesi. May’e göre en bağımsız görünen entelektüeller bile gitmeyecekleri davetlerin davetiyelerini almaktan hoşlanıyor.  

Genelde anksiyetenin psikolojik destek alan ve nevrotik olarak yaftalanan bir kitleye has olduğu düşünülse de, May “farkındalığı belli bir eşiği geçen her bireyde belli dozda anksiyete oluşur” teziyle bunu yalanlıyor. Hayatta kendisinden beklenenlere comply etmek dışında bir etki gücü olmadığına inanmak insanı “boşluk” duygusuna sürüklüyor ve May bu boşluk duygusunu daimi olarak bastırmaya çalışanları “içi boş insanlar” olarak tanımlıyor.. May’e göre her ne kadar insan, içindeki boşluğun onu yutacağından korksa da; boşluk duygusu, savunma mekanizması olarak geliştirilen yapmacık bir duyarsızlıktan daha tehlikeli değil. Yaşamdaki olaylar ile alakalı ne hissedeceğinin ve nasıl davranacağının içgörüsünü bile başkaları üzerinde uyandırabileceği izlenimi düşünerek tasarlamak insanı kendi benliğine yabancılaştırıyor… Din ve politik sistemlerdeki fanatizm de buna dayanıyor, ahlak artık aktif bir katılımla yaşamın gözden geçirilme süreci olarak değil, nasıl davranılması gerektiğinin dikte edildiği bir doktrin olarak görülüyor. Bu noktada yazar, dini aktif düşünme süreciyle devam eden bir sistem değil, sorgulamadan itaat edilen bir eylem planı olarak görenlerin düşük benlik algılarından sözü açıyor. May’e göre ateizm de körkütük inanç da aynı noktaya çıkıyor. Fanatik ateizm, kişinin benlik bilincinin din veya herhangi bir dış faktör ile yok edileceğini düşünecek kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Aksine fanatik inançsa, kişinin kendi aklına güvenemeyip ezberletilen değerler üzerinden hayatını sürdürmek için sığındığı bir kolaya kaçış limanı olarak tanımlanıyor.

Her ne kadar verdiği fikirlerin faydası yadsınamaz olsa da, benim beklentilerimi tam anlamıyla karşılayan bir kitap olmadı. Tabi bunda  OkuyanUs’un kötü çevirisinin de etkisi olmuş olabilir, ancak bana göre asıl sorun May’in daimi olarak Kierkgaard, Nietzsche, Hegel ve Shakespeare’in fikirlerini paraphraseleyip tartışmayı kendi görüşlerini de ekleyerek beklediğim kadar derinleştirmemesiydi. Eğer bahsettiğim yazarları okumadıysanız öncelik olarak bu kitabı değil de Nietsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünü veya Hegel’in “The Phenomenology of Spirit”ini okumanızı tavsiye ederim.  

Şunlar da hoşunuza gidebilir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir