Özgüven Efsanesi

Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyorduk, son zamanlarda siteme neden yazmadığımı sordu. Cevabı aslında çok basit, soru işaretlerimizin ne kadarını paylaşıp paylaşmamızın sınırı çok belli değil ve o sınırı geçince yargılanma tehlikesi beni korkutuyor.

Ve bu benim sadece kendime atfedemeyeceğim kadar büyük, jenerasyonsal bir sıkıntı. Self esteem mythiyle büyütülmüş bir nesil olarak, özgüveni had bildirmenin yırtıcılığıyla eş görüp sürekli güçlü ve incinmez izlenimi vermek zannediyoruz. Özgüvenle ilgili yaratılan tüm şarkılar ve sosyal medya contentleri kendini iyi hissetmenin manik halini anlatıyor; ben henüz pişmanlıklara ve ara ara düşülen ümitsizliklere şefkat duyacak kadar kendini sahiplenme önermesi yapan bir içerikle karşılaşmadım. Belki de bu yüzden en ufak mutsuzluk kırıntısına bile aşırı bir yüksünmeyle bakıyoruz, sonuçta normal ve ideal olanın her zaman çok yükseklerde kalmak olduğuna alıştırılmışız. Ve tabi normali yerin 300 feet yukarısı belleyince de ne zaman görüş açısı zemine yaklaşsa çok absürdmüş gibi bakıyoruz duruma. Mutluluğu, neşeyi, heyecanı sahiplenmek; ara ara düşmekten, umutsuzluğu da umut kadar normalleştirmekten daha kolay geliyor… Yalnızlığın bile kamusal bir his olduğunu anlayacak kadar yaklaştığımızda gerçeğe, belki o zaman üzerimizdeki “özel biri” olma mythinden sıyrılabileceğiz. Çünkü malum hepimiz “özel” olduğumuz vurgulanarak yetiştirildiğimiz için toleransımız az bazı duygulara ve mutluluğu vaadedilen toprak zannettiğimiz için de sorunun ne olduğunu bile söyleyemeden gayretimizi umutsuzluğa sessizce teslim ediyoruz.. “Özel” olmak ve “değerli” olmak arasındaki farkı anlamak gerekiyor bence, biri hırçınca mutluluğu hak görürken diğer mutluluğunu yaratmak için “gayret” etmeye veya mutsuzsa da bunu ifade etmeye değer buluyor kendisini.

Bugün ben ilk defa korktum dedim atta mesela. Normalde duygularımı rasyonalize ederek söylerim, “korktum çünkü..”, “üzüldüm çünkü…” şeklinde kurarım cümlelerimi… Çünkü benim “default” ayarımda bunlar yoktur (!), olmamalıdır, illa mantıklı bir açıklaması olmalıdır duygularımın, çünkü zekadan arındırılmış hislerin validitysi olamaz benim gözümde. Aksi takdirde kendimi yargılanabilir bir zemine oturtmuş olurum, bu risk beni ürkütür haliyle.

Ama bugün salt korktum demem bile sonrasında çok keyiflendirdi beni. Demek ki kendime sonunda zekam kadar duygularıma da sahip çıkacak kadar şefkat duymaya başlıyorum diye düşündüm.

Bazı cümleleri kurmaktan hepimiz o kadar geri duruyoruz ki (Korktum/ üzüldüm/ düştüm/ yalnız hissettim/ pişman oldum) aslında hepimizin endişesi ortak olsa bile yargılanmaktan korkan insanlar olarak sebepsiz yere çekiniyoruz birbirimizden. Belki de bu yüzden diplerimiz gerçekten dip oluyor. Negatif atfedilen hiçbir şey ortalıkta paylaşılmadığı için,dipleri bir tek kendimiz görüyoruz zannediyoruz. Halbuki en çok yara izini çirkin bulmadan açabilen insanlar sevilmez mi? Bu yüzyılda “rare” olan bu bence. No makeup postlarında bile concealerla doğallık estetikleştirilirken, “naturally pleasing” olmaktansa “raw” olmak çok daha çekici değil mi? Aynı şekilde duyguları mantıkla harmanlayıp kabul ettirmeye çalışmaktansa, “böyle ..” diye netçe belirtip geçmek kendine sadakatin en güzel örneği değil de ne.

 Ve bence tıpkı bir sanatçı gibi, duygusunu ifade edebilen herkes için bir yargılanma tehlikesi var. Eğer denk gelirsek, yargılayanlar için de denebilecek tek şey bazı insanların gerçekten kötü olduğu. Fakat meşhur ve klişe bir sözün dediği gibi zaten kimse herkesin hikayesinde her zaman iyi karakter olarak var olamaz. Ama onlar için yapılabilecek bir şey yok, nasıl ki sanatçı her gün ne derler acaba diyerek iki eli başında zamanı geçirmeye çalışmıyor, biz de kendi yaratımımız olan duyguları utançla lekelemeden paylaşabilmeyiz. Çünkü şayet gerçekten değerli olduğumuza inanıyorsak, bize ait her duygunun da rasyonalleştirilmeye veya normalleştirilmeye çalışmadan vokalleştirilmeye değer olması gerekmez mi?

Şunlar da hoşunuza gidebilir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir