En yakın arkadaşıma fanatizmle hayatımı interprete ettirmeye çalışmadığım zamanlarda, tanıdıklarım karşısında oldukça iyi bir dinleyiciyim diyebilirim. Cephede atağa karşı savunma yapar gibi anlatılanlara nasıl akıllıca cevap vereceğinin muhasebesini yapan bir jenerasyonda bence dinleyebilmek çok sıkı bir özellik. Fakat tüm gerçek dinleyicilerin de bildiği gibi, genelde bizlere periyodik aralarla anlatılanlar, anlatanın yaşamındaki ana temanın farklı karakterlerle tekrardan kurgulanmasından ibaret oluyor.
İnsanlar aynı döngüleri A-B-C kişileriyle farklı settinglerde tekrar tekrar yaşıyor, buna da “talihsizlik” diyorlar. Öz farkındalığı düşük olmak her ne kadar cehalet mutluluktur mitini yaşatsa da, düşük bir öz farkındalık insanın elinden kaderini kontrol edebilme gücünü alıyor ve hayatını -her ne kadar klişe bir ifade olsa da- kişinin “başına gelenlerden ibaret” kılıyor. İki sene önce YouTube üzerinden şema terapiyle tanıştım. Benim için hem çok iyi hem oldukça talihsiz oldu diyebilirim. Böylelikle kendi yaşamımda tekrarlayan paternleri fark etmemle birlikte, çevremin de aralıksız döngülerde tekrarlayan yaşam öykülerini gördüm.. Ve tıpkı bir şeyi fark ettikten sonra kayıtsız kalmanın imkansızlığı gibi, artık kendi yaşam öykümde ve çevremdekilerin hayatlarında ortak paternlere karşı umarsız kalamamaya başladım. Şema terapinin amacı, yaşam öykümüzde tekrar eden senaryoların hangi ortak karakter özelliğinden evrildiğini analiz etmek. Çok baside indirgenmiş bir örnek olsa da, değersizlik inancı benlik çekirdeğine yapışmış bir insanın tüm hayatı boyunca başkaları tarafından “değerlisin” sözünü işitebilmek adına inanılmaz eforlar sarfetmesi fakat her eforla daha da kendini küçültmesidir “şema”. Çünkü önünde sonunda adamın çevresindekiler kendilerinden takdir almak adına gösterilen bu çabaların yoğunluğundan ve sürekliliğinden güç alarak, adamın eforlarını kendilerine hak görür. Çevrenin bu tutumu, adamdaki değersizlik hissini azaltmaz, aksine pekiştirir.. “Self conscious” kelimesini negatif anlamda kullansak da, hayatımıza yön veren çekirdek duyguları analiz ederken “self conscious” olmak zorundayızdır… “Self consicous” olmanın negatif çağrışımının altında yatan gizli neden duygusal farkındalığın sebep olabileceği o muhteşem dönüşümden önce, kişinin tüm savunma mekanizmalarının farkına vardırtarak kendine oluşturduğu kavramsallaşmış benliğini paramparça etmesidir. Fakat kendi hayatımızı kendi kelimelerimiz, kendi davranışlarımız ve inançlarımızla idame ettirirken ve içinde bulunduğumuz kaos artık bizim konformist yerleşkemize dönüşmüşken, bir anda yaşam alanımıza yabancılaşıp içinde bulunduğumuz durumun analizini yapabilmek çok zor. Bunun en iyi ilacıysa zeki dostlar edinmek. Yanlış anlamayın, ne kadar çok arkadaşınız varsa siz pekala o kadar iyi ve uyumlu bir insansınız manasında demiyorum bunu (bu aksine kabına göre şekil alıyorsun demenin kibar şekli olurdu). Demek istediğim, IQsuna güvendiğiniz insanlara izin verdiğiniz konularda yorum getirmesini istemeniz sizin faydanıza olur. Çünkü kendi kelime dağarcığınızın kısıtlı kaldığı durumlarda, içinde bulunduğunuz durumsallığı onlar kendi farklı lügatlarıyla anlatmaya başlar size. Kısaca aynı eserin fransızca ve ingilizce çevirilerinde nasıl farklı üsluplar ortaya çıkıyorsa, hayatınızı farklı bir üsluptan dinlemek iyi gelebilir, aynı temaları yüzünüze çarpan kör noktalarınıza farkındalığınız artar bu şekilde. Şunun altını çizeyim, bunu akıl dilenmek manasında söylemiyorum. İçinde bulunduğunuz duruma farklı bir narrative getirir zeki dost. Ve bir noktada arkadaşlık tanımınız, suya sabuna dokunmadan gündelik işler üzerine birbirinizi uyuşturan bir sohbetten ziyade, güncel statüsko değerlendirmelerine evrilir. Tabii ki arada tek gündemin Black Friday indirimi olduğu buluşmalar da olacaktır, ama esasen yaşam amacı comply etmektense özünü bulmak olan dostla kahve içmenin keyfi de bambaşkadır. Yani zeki dost sizin şemalarınızı gören bir dosttur ve bunu söyleyebilecek audicitysi olan biridir. Peki hayatımızdaki durumsallıkları nasıl paylaşırız bir başkasıyla ki bizim döngülerimizi görsün? Leonard Cohen’in de aklımıza kazıdığı meşhur sözünde olduğu gibi, “There is a crack, a crack in everything That’s how the light gets in.”. Yani eğer biriyle paylaşacaksanız bu “hata”larınızı, hataların çirkin olmadığını anlamak gerek. Kendinize dair hiçbir şeyin çirkin olmadığını idrak ettiğinizde ancak gerçekten bir başkasının sizi anlamasına müsaade edebilirsiniz. Aksi halde başkalarının size en ufak bir yorumu dikişi kapanmamış ameliyat izine parmak atılması gibi irite eder sizi. Bir bakıma paradoksal olsa da şemalarımız üzerinde çalışmaya cesaret edebilmek için sahip olmak zorunda olduğumuz anlayış seviyesine geldiğimizde aslında şemaları da çözmüş oluyoruz.