Flower In Concrete

We often view strength as a state of being, as though crossing a transcendental threshold from which there’s no return. Reflecting on moments I appeared “strong,” I realize that strength was not an inherent trait, but a choice—a conscious act rather than a default aspect of my being. Like lifting weights for the first time… painful. But once past the inertia, it’s manageable. Strength is not a being I argue, rather it’s a series of choices—a promise made to yourself for a second, then a second more, and then one more. It doesn’t require the mythical lineage of Hercules or hyper-masculinity; the only thing it requires is dedication to your promise, the one you made a second ago.

Strength often is dismissed as just a “way of being,” implying an innate quality that excuses us from embodying it if we weren’t “born with it.” A notion that I believe is only popular because it’s convenient—it’s easier to internalize this excuse, to resign to being the victim, doing nothing until the pain subsides. But to acknowledge the pain, feel it deeply, and still move forward despite the tightness in your breath—that is something special. It’s a grace. And it gets rewarded eventually.

Recently, I came across a book titled Şefkat Korkaklara Göre Değil, meaning “Compassion is Not for the Coward” At first, the title felt absurd, knowingly controversially titled and crafted to attract readers with a fanatic statement. But upon reflection, I began to understand… We categorize emotions as either “hard” or “soft,” and even those with the most fluid perspectives tend to get trapped in this polarization.

Ironically, it’s often the “soft” feelings that demand the greatest strength to pursue. I’m not talking about passivity, which is quite different from the strength required by gentler emotions. Compassion, for instance—how many of us truly embody it? I recently learned that  (which I’m aware is quite late to learn after 25 years on this planet Earth) compassion isn’t mere pity. It’s not some specialized doctrine to only be applied to children; rather, it’s first and foremost an act of self-acceptance—a gesture that one must first extend to oneself.

Much like strength, compassion is a choice, a decision to repeatedly choose oneself regardless of the externalities. It’s challenging.. it’s not taught in school.. and if your parents are not therapists it’s not discussed at dinner tables either.

Six months ago, my mentor—the one and only person who truly knows my unguarded self—called me a ‘flower in concrete,’ symbolizing strength despite everything, despite my “being”. I was so moved by this resemblance that I even created a Spotify playlist titled Flower in Concrete : ) (I create one for everything honestly). It contradicted my idea of myself as “soft” and “docile”. Yet soon I realized my mentor wasn’t referencing my gentle demeanor. She was referring to my choices—to guard my heart, to embrace the “hardness” of compassion, and to choose myself over and over and over despite it all.

This writing is a reminder that strength does not mean showing fascinating progress without any falling apart. Strength is an act. It’s not a linear regression. It’s not a math equation (God I wish it was). Yet to be honest, strength it’s a wavering, zigzagging line of confusion. Sometimes, it’s the exhilaration lifting you into a hyper state; other times, it’s hopelessness that you’re convinced will never pass. Yet strength means to centralize yourself, no matter how far apart the vertices of the zigzagging line may be. You can embody strength like Hercules, effortless and natural (if you are born that lucky), or like a flower through concrete—gentle, yet unwavering, taking it second by second, and knowing when it all settles down; there will be a beautiful and unexpected little flower upon the road.

Continue Reading

Bahar

Bu diziyi benden başka bu denli düşünerek izleyen var mı bilmiyorum. Ancak sadece zaman öldürmekten öte anlamlar taşıyan bir yapım olduğu kesin. Umarım uzun soluklu bir dizi olur, çünkü yaşadığımız coğrafya olarak “iyi”lerin de güçlü olabildiğini, ille de bir şeyleri sürdürmenin değil bırakmanın da başarı olduğunu, ısrarcılıkla evliliğin ya da beyaz atlı prens arayışının gerçekte hayatı erteleme bahanesi olduğunu anlamaya çok çok çok ihtiyacımız var.

Bahar diye bir dizi çıktı. Siz duymadıysanız da annenize sorabilirsiniz. O mutlaka izliyordur : ) Türk dizilerini varoluşsal krizlerden kaçmak için birincil çözüm bellediğimden dolayı ben de dizinin sıkı takipçisiyim. Dizi, yıllar boyu hayatını eşine ve çocuklarına hediye eden ve sanki dünyada kapladığı yeri meşrulaştırması için birilerine hizmet etmesi gerekiyormuş gibi düşünen Bahar’ın; ani bir farkındalıkla kendi yaşamının kıymetini hatırlayıp, ev kadınlığından yarıda bıraktığı tıp öğrenciliğine devam etme kararı alıp, yaşam öyküsünü 180 derece değiştirmesini konu alıyor. Dizinin benim ilgimi çekmesinin en önemli sebebi, genelde hep acı yarıştırması yaptığımız toplumumuzda ilk defa, hayatının ne kadar saçma ve karışık bir hal almasına aldanmadan ve kurban psikolojisine girmeyen bir kadın kahraman görüyoruz. Çünkü bazen acı çok ağır geldiğinde, neden benim başıma geldi sorgulaması yapmak, hayatı yoluna koymaktan daha kolay gelebiliyor. Özellikle de bizimkisi gibi “iyi insan” tanımını bir tokat atıldığında diğer yanağını çeviren kişi olarak tanımlayan kültürlerde.

 Ülkemizde gözlem yeteneği az da olsa iyi olan herkesin de fark edeceği gibi genelde güçlü karakter kötüdür, iyiler de iyiliklerinin bedelini ezilerek öderler. O yüzden de özellikle duyguları göstermemek üzerine kurulu Ortadoğu kültürünün nüfuz ettiği medya platformlarında; istediğini elde eden karakter her zaman kötülerdir, ya da saf kötü olmasalar da bilinçli olarak başkalarının canını acıtmış olmalarını kafaya sizin benim kadar takmazlar. Bizim kültürümüzde rüzgarın iyilerin lehine dönmesi içinse mutlaka bir dışsal destek gerekir (bkz. Beyaz atlı prens) , çünkü iyilerin şartları evirip çevirip kendilerine döndürmek gibi ne bir vizyonu ne de gücü olur. Ben, bunu biraz da dinin yanlış yorumlanması olarak okuyorum. İyi insanların iyi olmasının amacı, başlarına iyi şeylerin gelmesinin Allah’tan garantisini almak olarak yorumlanıyor çünkü. Yani “güzel bir hayat kurgulamak için alınan 0 aksiyon fakat iyi bir niyet” sanki güzel bir kaderin önkoşulu gibi görülüyor bizim coğrafyamızda. Ancak Bahar dizisinde uzun süredir hem iyi hem de güçlü bir karakter görüyorum. Aşağılanmalara ağlamayan, yıllardır hevesle inşa ettiği evliliğinde yanlışların doğruları götürdüğünü anladığı anda arkasına bakmadan gidebilen çok güçlü ama bir o kadar da çok iyi bir kadın görüyoruz. Çok iyi demişken… Sizce nedir çok iyi? Ben bu sorunun üzerine çok düşündüm. Yıllardır düşünüyorum. İyi olmak demek zaten güçlü olmak demektir bence. Güçsüz bir insansanız ve olaylar karşısında seçenekler edinecek kadar etki alanınız yoksa; irade inisiyatifi işin içine girmediği için iyi bir insan sayılamazsınız. Eğer iyiliği ya da kötülüğü tercih edebileceğiniz bir durumda olmanıza rağmen yine de iyiliği seçiyorsanız iyi bir insansınızdır. Yani elinize kötülük yapma imkânı geçecek güce sahip olmadan “iyi” bir insan sayılmazsınız bana göre.

 Beni en çok dizinin son bölümü etkiledi. Bahar, aldatıldığını öğrenip evi terk ettiği akşam deliler gibi içip haykırırcasına ağlamasına rağmen, ertesi gün dimdik tekrar iş yerine gidiyordu. Her ne kadar güçlü, bağımsız ve dik kadınlar olsak da; bunu gerçek hayatta %90’ımız yapamayız, o yüzden abartılı bir senaryo olduğunun ben de farkındayım. Ancak yine de verilen mesaj olarak bakınca; kendi kabuğuna çekilip, olanlar için Allah’ı, kocasını, ya da kendisini suçlamak yerine; hayatını kirleten insanları odağından çıkarıp kendi yaşamına devam etmeye çalışması benim inanılmaz hoşuma gitti. Bahar’ın başına gelenler dizinin ilk bölümünden son bölümüne inanılmaz bir katastrofi olsa da, Bahar’ın duruşu o kadar güçlü ki, dakikalarca ağlarken bile sonrasında gösterdiği yaşama devam etme hevesinden ötürü ona “güçsüz” diyemiyorsunuz. Benim gözümde onlarca “maskülen” erkekten daha güçlü Bahar.  Geçenlerde bir kafede arkadaşımı beklerken arkamda oturan masayı istemsizce dinlemiş bulundum. Sevgilisinden yeni ayrıldığını tahmin ettiğim bir kıza “Canın çok yansa da ayakta durmak zorundasın” diyordu arkadaşı. Her ne kadar çok basit bir tavsiye gibi görünse de ve muhtemelen bunu diyen kişi dediği şeyin önemini kendisi de fark etmemiş olsa da; canımızın çok yanması ve ayakta durabilmek kesişmez kümelermiş gibi gelmişti bana o güne dek. Sevdim bu basit ama aslında çok derinlikli bakış açısını. Üzülmek ve üzgün davranmak arasında bir fark olduğunu kanıksamamız gerekiyor bence. Beden ve zihin bir bütün olsa da; duygu ve davranış bir olursa olaylar karşısında zekamızın söz hakkını kaybediyoruz. Bahar’da da bunu görüyorum. Acıyı en derinden hissetse de, kendine borçlu olduğu güzel hayatı kurabilmek için acısının davranışlarının katalizörü olmasına izin vermiyor.

Bu diziyi başka benim kadar düşünerek izleyen var mı bilmiyorum. Ancak sadece zaman öldürmekten öte anlamlar taşıyan bir yapım olduğu kesin. Umarım uzun soluklu bir dizi olur, çünkü yaşadığımız coğrafya olarak “iyi”lerin de güçlü olabildiğini, ille de bir şeyleri sürdürmenin değil bırakmanın da başarı olduğunu, ısrarcılıkla evliliğin ya da beyaz atlı prens arayışının hayatı erteleme bahanesi olduğunu anlamaya çok çok çok ihtiyacımız var.

Continue Reading

25

25. yaşıma tam 1 ay ve 1 hafta kaldı. Genelde doğum günlerimde çok mahcup hissederim, sanırım çevrem konusunda şanslı olduğum için ve sürekli bir tebrik, hediye, pasta bombardımanına tutulduğum için karşılığında ne yapacağımı bilememin verdiği bir mahcupluk bu. Hani tam pasta üflemeden önce iyi ki doğdun şarkısında herkes size bakıp şarkı söylerken elinizi kolunuzu nereye koyacağınızı bilemezsiniz ya, benimki de bir tık öyle bir şey. O yüzden de elim ayağıma karışmaya başlamadan; her seneden ne öğrendiğimi yazmaya erkenden başlarım, yılbaşlarında da yaptığım gibi.

Oscar konuşması tadında yıl değerlendirmemi yaptığım yazıma hoş geldiniz.

24. yaşımdan çok beklentim vardı, 23. yaşımdan yarım kalan bazı şeylerin de iz düşümleri vardı kalbimde. Birçok beklentim evet gerçekleşti ama bence asıl önemli olan o birçok beklentimin gerçekleşmesi değildi. Bu sene hayatımda ilk defa kendimi kötü hissettiğim dönemlerde “ben iyiyim” olumlaması yapmanın hiçbir vasfı olmadığını öğrenmiş bulundum. Hayatımda en değer verdiğim insanlardan birinin “Seni hiç bu kadar kötü görmemiştim, mindful olmadığını söylüyorsun. Ancak mindful olmasaydın şu an bu acıyı çekmezdin” demesi benim için dönüm noktalarından biri oldu. “Hemen bu dipten çıkmaya çalışma, biraz burada kal. Acemi dalgıçlar gibi bir anda yukarı çıkmaya çalışırsan vurgun yersin.”. Ve bu tavsiye beni o kadar rahatlattı ki. Sanırım ilk defa iyi hissetmeyen halimi de kabul etmeyi öğrendim. Ama şunu da belirteyim, bir şeyi sırf öğrendik diye de hayatımızın geri kalanında ona sadık kalarak yaşayacağımız anlamına gelmiyor bu. Çünkü yaşam bu kadar basit değil, bu öğrendiğimiz tek bir şeyin hayatımızı değiştirdiği yanılsaması sadece basit kişisel gelişim kitaplarının sunabileceği türde bir vaat. Klişe de duyulsa; hayat bir seçim. Öyle her gün veya her sabah yapılan bir seçim de değil. Her saniye her salise yapılan bir seçim. Dolayısıyla her ne öğrendiysem öğreneyim, bilincimi elden bıraktığım saniyede; eskiye relapse etme ihtimalim var, biliyorum. Ancak size şunu söyleyeyim, dipte vakit geçirmek düşündüğümüz kadar da kötü bir şey değilmiş. İnsan sanki bir battaniyenin içinde kendi kendine sarılmış, merak ettiği bir filmde ana kahramanın başına kötü bir şey gelse de, kahramanımızın üstesinden gelebileceğini bildiği bir rahatlıkla film izliyor gibi hissediyor kendini. Hayatımız başımıza bir katostrofi geldiği zaman değil; umudumuzu yitirdiğimiz, kendimize inanmayı bıraktığımız zaman bitiyor. Bir de her zaman mükemmel olmak zorunda değiliz. En sevdiğim insanları weirdlıkları ve huysuzluklarını sevdiğim için seviyorum. Buna kendim de dahilim.

               İkinci olaraksa, bu sene, impulsive bir şekilde almaya çok yaklaştığım bir karar oldu. Sanırım hayatımda verdiğim en önemli ikinci karar olacaktı. Annem durdurdu. Aslında şaşırdım, çünkü bizim evde ani kararları genelde annem verir, yani yaklaşık 1 saatlik telefon konuşmamız boyunca annemin yaşadığı şoka şahit olmadan önce kendisinin benim bu plot twist tadındaki kararımın en büyük destekçisinin de annem olmasını bekliyordum. Tabi ben bu kararı versem muhtemelen ertesi gün olmasa da ertesi hafta pişman olacaktım. Annem bu süreçte en büyük destekçim oldu. Muhtemelen ülkedeki adaletsiz zeka dağıtımının şanslılarından olduğu için verdiği tüm tavsiyeler de birbir çıktı. Dışarıda ne yaptığımdan emin gözüksem de içeride çok savruk hissediyordum. O dönemde annemin desteğini unutmayacağım. Şimdi siz bu kız neden hep negatifleri anlatıyor da diyebilirsiniz. İşin aslı şu ki herkesin yaşayıp da söyleyemediği bazı şeyleri kendi özelime de ihanet etmeden anlatarak; üzülmenin, bazen yolunu kaybetmenin anormal olgular olmadığına ikna etmeye çalışıyorum zaman ayırıp blogumu okuyacak kadar entelektüel birikiminin zirvesini yaşayan okurlarımı.

               Üçüncü olarak da, sırada “kendini kabul etmek” deyimi var. Zaten herkes teori seviyesinde kendini kabul ediyor. Zaten yaşamımıza devam edebilmemizin önkoşulu iç sesimizle bir çeşit uzlaşı yaşamamız (ne tarz bir uzlaşı olduğu kabulün hangi evresinde olduğumuza göre değişkenlik gösterir). Ancak gerçek hayatla alakası olmayan akademisyenlere dönüşmek istemiyorsak, bir önceki yazımda da yazdığım gibi; sadece kendi iç monologlarımızda kabul edebildiğimiz yanlarımızı sesli dile getirmeye utanmamamız gerekiyor. Kendi kendine sahip çıkmak bence bu noktada başlıyor. “Ben böyleyim” çoğunlukla çok toksik bir söz olarak duyulsa da, “Ben böyleyim” diyip de kendi sivri köşelerimizin arkasında durabilmek kadar insana özgüven veren bir şey yok. Özgüven demişken, çoğu kişinin kayıtsız şartsız ego olarak kullandığı anlamıyla kullanmıyorum özgüveni. Benim özgüvenim şudur, “Sen kabul etsen de etmesen de ben köşeliyim, ve bu halimle reddedersen köşelerimi törpüleyip kendimi karaktersiz bir yuvarlağa dönüştürmektense, seni hayatımdan ışınlamayı tercih ederim”. İşte bunu diyebilecek kadar sadık olabilirsek kendimize, ancak bu raddede pratik seviyede sadık olabiliyoruz kendimize.

İşte 25’ten 24’e geçerken hayatımın 24. sezonunun theme müzikleri:

1- Torn – Natalia Imbruglia

2- Suddenly I see- KT Tunstall

3- It’s Raining Men – The Weather Girls

4- Papa Don’t Preach – Madonna

5- Bedell – Martino

6- Hot Mess – Nick Rich

Evet.. dediğim gibi hala 1 ay ve1 haftam var. Bu süre içerisinde olağanüstü bir mutluluk ya da olağanüstü bir kriz durumu olursa : ) yine sizlerle bu yazı altından iç dünyamı paylaşmaya devam ediyor olacağım. Umarım kendimle sadece sessizlik değil aynı zamanda huzur bulabildiğim; kendime, fikirlerime, sivri köşelerime sahip çıkabildiğim; sonunda overthinklemeyi bırakıp biraz da bahçedeki ağaçların ve güneşin tadını çıkarabildiğim bir yaş olur.

Jupiter & Uranus kavuşması mı yoksa Merkür Retro mu bilmiyorum ama; iki üç tane önemli şey daha öğrendim. Sanırım bu hızla gidersem 5 madde daha bile eklerim. Kendime not olsun diye yazıyorum.

a) Bir şeyleri telafi etmeye çalışmanın önkoşulu haksız olmak değil değer vermekle alakalıymış

b) Yanlış karar diye bir şey yok, çünkü zaten bir karar verdikten sonra diğer olası kararın sonucunu hiçbir zaman bilemiyor oluyoruz ; o yüzden çok da fikir alma. Alsan da zaten uygulamadığın için en başından alma : )

c) Hayat gezerken daha güzelmiş, “rutinlerim” diyerek sahip çıktığın alışkanlıkları bazen konfor alanını korumak için bahane olarak kullanıyorsun, yapma.

Continue Reading

Köşesizlik

Konuşurken sakil duyulan cümleler yalnızca yazınca samimi geliyor bana. Belki de “sözde” değil de “gerçek” kırılganlıkları konuşarak aktarma kültürü henüz gelişmediğindendir. Her ne kadar her yerde bir “kırılganlıklarınızı anlatın, embrace your vulnerability” kültürü olsa da gerçekten çirkin olduğuna inandığımız hiçbir yarayı hiçbir şekilde paylaşamıyoruz, çok emin olduğum çok az şeylerden biridir bu.  Kırılganlıklarımızın ağırlıklı ortalaması yaş aldıkça artıyor ve baş etmek için katılaşacak kadar kendimizden emin değilsek her yeni kötü deneyim bir soru işareti daha ekliyor beynimize.. Eskiden kırılganlıklardan bahsetmenin çok kolay olduğunu düşünürdüm. Ama daha sonrasında kırılganlıklar hakkında konuşmanın kırık bir kemiğin üzerine bası yapmaktan farksız olduğuna kanaat getirdim, travmalarına unresponsive kalan insanların kırıkları genellikle yanlış kaynamış oluyor; travmalar üzerine konuşamayanlarınsa kafalarında geçmişin kendini yinelemesinden duydukları korku sürekli kendini tekrarlıyor.

Örneğin bir erkeğin annesinin ilgisiz bir kadın olduğunu söyleyebilmesi ve yıllar geçtikçe kendisinin de annesinin sevgisizliğinden etkilenmeyecek şekilde “mesafe”  kisvesinde bir kabuk bağlamasını ifade edebilmesi, sırf bu yüzden kendisini eksik hissettiren ilişkilerde daha “evde” hissettiğini söylemesinden binlerce kat daha kolaydır. Halbuki ikisi de “kırılganlık” sınıfına dahildir. Fakat ilki annesiyle ilgiliyken ikincisi kendisiyle ilgilidir.Ancak şuan içinde yaşadığımız kültür sadece başkalarının bizdeki iz düşümlerini anlatmamıza müsaade ediyor, konu kendimize gelince hiçbir şeyi filtrelemeden anlatamıyoruz.  Son zamanlarda aile dizilimi faciasının bu yüzdek pik yaptığını düşünüyorum. Ve sanılanın aksine broken olduğunu kabul etmek daha çabuk iyileşmeye sebep olmuyor. Çünkü gerçekten iyileşebilmenin grafiği lineer değil son derece düzensiz gerçekleşiyor.

Geçtiğimiz günlerde Instagram’da bir reel gördüm, kendisine büyü yapılan bir adam etrafındaki tüm kadınları realiteden bağımsız olarak çok güzel görmeye başlıyordu. Kendi travmalarımızda bunun tam tersi bir körlük yaşıyoruz. Gerçekten bizi derinden kırmış olan her ne varsa bunun izlerinin üzerimizde çok çirkin gözüktüğü varsayımıyla yaşıyoruz, üstümüzü değiştirmektense de herkes gidene kadar saklanmak çok daha kolay geliyor; sanki ışıklar açıkken soyunamamak gibi bir şey. Gabor Mate’nin travmalar üzerine bir kitabını okuyorum şuan -The Myth of Normal-, zaten hiçbir acının sonsuza dek unutulamayacağından, beynin bir bölümünde sırf travma depolamak için bir alan olduğundan bahsediyor. Kitaba göre öz kontrolümüzü bıraktığımız anda, bilinçdışımız eski mutasyonlaşmış ayarlarımıza geri döndürüyor bizi.

İnsanların eski arkadaşlıkların önemini çok abarttığını zannederdim. Ama şimdi çeşitli olaylara karşı verdiğimiz tepkilerin geçmişteki hangi deneyimimize istinaden olduğunu söyleyen arkadaşlarımızın çok büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. (Zeynepcim burada senden bahsettim : ) Hepimizin ne zaman üstümüze çirkin gelen bir şey olduğunu düşünsek, sorunun giydiğimizde değil görme bozukluğumuzda olduğunu anımsatacak insanlara ihtiyacı var.

Her şeyden bağımsız olarak bana kırılganlıklarımızı anlatmak aslında bazı sorunları içimizde aştıktan sonra değil; aşarken yapmamız gereken bir şeymiş gibi geliyor. Kendi içimizde kendimizi kabul ettiğimize inansak da; en yakın çevremizden dahi saklamamız gerektiğine inandığımız bir şeyler taşıyormuşuz gibi yaşamak, yine bazı şeyleri sandığımızın aksine içimizde de çözümleyemediğimizi gösteriyor. Tabii ki travmalarımızı etrafa saçalım mantığında söylemiyorum, ama kendinizi gerçekten hayatınızda önemli olan insanlardan itinayla saklamaya çalışırken buluyorsanız bazı şeyleri, bu korkunun bir üzerine gidin derim. Daha karşınızdakinin tepkisini görmeden kılıf biçmeye çalışıp saklanmak, kendi kendine saklambaç oynamak gibi geliyor bana. Kendimizle alakalı çatlakları saklamaya çalışırken köşesiz, yuvarlak ve dümdüz insanlar olup çıkıveriyoruz. Zaten baştan aşağı kurallarla dolu ve herkesin mükemmeli oynamaya çalıştığı bir dünyada daha fazla harika insandansa daha çok gerçek insana ihtiyacımız var…

Continue Reading

Kırılma Noktaları

Bazı şeyler var hayatta. Kırılma noktaları diyorum ben. Breakthrough points gibi düşünmeyin ama, daha çok vulnerability points. İnce Memed’de Yaşar Kemal’in “İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli.”, derken bahsettiği o noktaya defalarca temas edildikten sonra idrakımıza geç de olsa önünde sonunda düşen bazı şeyler var hayatta. Oraya dokunulduktan sonra geri dönüşü mümkün olmuyor bence. Bu arada bu yazdıklarım her ne kadar instagramdaki klişe bir aşk metinleri gibi görünse de bu düşünceleri aklıma getiren son zamanlarda kalbimi kilometrelerce uzak hissettiğim bir arkadaşım, dün de yürüyüşteyken yine aklıma bu konu geldikten sonra; bunu blogumda paylaşmam gerektiğine ikna oldum. Durum şu ki, zor zamanlar her durumda bitiyor. Ne kaybı yaşarsak yaşayalım, evrimden sağ çıkmayı başaran yegane bir tür olduğumuzdan; durum ne olursa olsun hayatta kalmaya programlıyız. Zaten neondartellerin fiziksel gücüne karşı da bizi koruyan, yeni durumlara adapte olma mekanizmamız. Ama hafıza dediğimiz şey, yani istemeye de olsa adapte olmak zorunda olduğumuz durumları yaşarken yanımızda olanları beynimize kazıyan; olmayanlarıysa unutmayan ve bir kenara yazan o şey; kırılma noktaları dediğim dokunulmaması gereken yerlere dokunmuş olanları silinmez bir kalemle işaretliyor. Ve maalesef, derinizi yakarak dövmelerinizi sildirebilseniz de, ruhunuzda işaretlenen bu yerleri yaşamınız boyu taşıyorsunuz. Küsüp küsüp barışan arkadaşlar ya da sevgililer; bence birbirlerini çok sevdiklerinden değil, birbirlerinin yanında dönüştükleri insanı seven kişiler. Çünkü gerçekten değer verdiğiniz birinin ruhen size uzaklaşmasını hafızanızdan kazımaya ve olmamış gibi davranmaya bu kadar istekliyseniz, kendinizi içine soktuğunuz delüzyonun tek açıklaması konfor balonunuzu bozmama gayeniz. Bu da zaten sizin sevgi sandığınız şeyi, suyun üzerinde kalmak için kullandığınız bir can simidinden farksız yapıyor. En azından benim için dargınlıktan sonra kolayca hiçbir şey olmamış gibi yaptığım insanlar; hayatımın ağırlık merkezine aslında hiç de yakın olmayanlar. Ancak, eğer küslük uzadıysa; bunun açıklaması, verdiğiniz anlamın büyüklüğünün karşınızdaki kişinin gerçekliğinin taşıyamayacağı kadar ağır oluşuna dayanamıyor oluşunuz. Her ne kadar ironik görünse de; bu, bence dostluğunuzun büyüklüğünün de sizin nezdinizde bir nişanı.  Ben bir süredir hayatımın en iyi dönemlerinden birini yaşıyorum, fakat yanımda olmasını istediğim tek insanlar; benim en dip hallerimi de görmüş ve bahanelere sığınıp kaçmadan çirkin bulduğum yaralarıma gözlerini kaçırmadan bakabilmiş insanlar. Çünkü “prime time” dediğimiz dönemlerde yanımızda bulunmak isteyen insanların bunu ilk önce hak etmesi gerekiyor. Aksi halde dünyanın en güzel şovuna (kendi hayatımıza) bedava bilet dağıtmış gibi oluyoruz. Tabii ki artık yaş aldık (24’üm ve yine de bu kalıbı kullanıyorum evet), o yüzden; “sana küstüm” deyip de çıkaramıyoruz kimseyi yaşamımızdan. Ancak mesafe koymayı da bir “öz şefkat” pratiği olarak görmeyi öğrendiğimden beri kendimi daha da çok seviyorum. Tabii ki, bu yazdıklarımı; “insanlara problemlerinizi sıralayın ve kalanlar sizindir” propogandası yapmak için yazmıyorum. Açıkçası sürekli olarak problemlerinizden bahsetmek sizi sıkıcı biri yapar. Ancak işinizle alakalı bir sıkıntınızı anlattığınızda “Herkesin başına geliyor”, ya da “Çok takılıyorsun” diyerek toksik pozitiviteleriyle sizi sanki kendinizde bir sıkınyı varmış gibi düşündürenleri, yakın çevrenizden elimine etmenizi tavsiye ediyorum. “Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz” diye bir söz var, genelde Kurtlar Vadisi contextinde kullanılsa da; bence hayatımıza implement etmemiz gereken bir strateji. Bazı soğukları unutmak ; tüm hayal kırıklıklarımızı hür irademizle kendi kendimizi içine soktuğumuz delüzyonların eseri haline dönüşüyor. 

Continue Reading

Mahremiyet ve Nazar Algısı Üzerine

Dinsel olarak “nazar” var mı yok mu bunu ben bilemem, ancak sosyolojik olarak bu kavramı ayaklarımızın yere basması adına muazzam işlevsel buluyorum

2023’te öğrendiğim en önemli şeylerden biri de hayatımda güzel giden şeyleri saklı tutmayı sonunda başarabilmek oldu. Eskiden başıma güzel bir şey geldiğinde, sanki benim bunu dillendirmem yaşadığım olayı daha gerçek kılacakmış gibi bir duyguya kapılırdım. Oysa 3 aydır bazı şeyleri sadece kendimle, kız kardeşimle ve çok yakın çevremle paylaşıyorum, buna bağlı olarak başıma gelen güzel şeyler de arttı ve tabii huzur kat sayım da. Cemal Nur Sargut’un bir videosunda görmüştüm; “Teşhir ettiğiniz her güzel ânınız nazara davetiye çıkarmaktır” diyordu. Bazılarınıza bu iddia anlamsız gelebilir. Ancak benim görüşüm, eğer mutluluğunuzu teşhir etmek size solid bir kazanç sağlamıyorsa; örneğin aile saadetinizi paylaştığınızda instagramınız reklam teklifleriyle dolup taşmıyorsa, erkek arkadaşınızı postladığınızda PR giftleri almıyorsanız veya iş başarılarınızı paylaştığınızda LinkedIn tarafından özel bir plaket takdimi yapılmıyorsa şahsınıza -kısacası siz de bizler gibi faniyseniz- yaşamındaki güzellikleri köpürterek sosyal medyada hikaye anlatıcılığı yapmak son derece vasat ve egocentric geliyor bana. E tabii ki ego odağa alınarak yapılan her iş gibi, “nazar” kavramı gelip yapışıyor tüm övündüklerimize. Bazen düşünmüyor değilim; acaba “nazar” kavramı, sosyal adaletimizi sağlamak için kurgulanan bir mekanizma mı diye? Böbürlendiğimiz her şeyin ellerimizden gitmesi için ilk olarak övündüğümüz her şeyi agresifçe göstermek ve sonrasında tüm o “kem göz” sonucunda, böbürlendiklerimizin elimizden gidişini izlemek aslında bir nevi kişisel aydınlanma süreçlerimizi de fasilite ediyor kanımca. Benim bir zamanlar yaptığım gibi, yaşam öykünüzün pozitif uçlarını; karanlıklarınıza tanık olmamış insanlarla paylaşmak; yaşadıklarınızı daha gerçek ve renkli değil, daha kırılgan kılıyor. Dinsel olarak “nazar” var mı yok mu bunu ben bilemem, ancak sosyolojik olarak bu kavramı ayaklarımızın yere basması adına muazzam işlevsel buluyorum.

Eleştirdiğim paylaşımları yapmak bazen hoşuma gitmiyor değil, egomu besliyor sonuçta. Ve ben,” dümdüz bir yoldayım, asla başka bir rotaya sapmam” şeklindeki direct konuşmaların öznesi olamayacak kadar olgunlaştığımı umduğum için, sosyal medyamda paylaştığım ve paylaşacağım içeriklere asla ve kata kefil değilim. Şimdi ikinci bir Instagram hesabı açtım, size de tavsiye ederim. Ayıp olmasın diyerek geri takip etmek zorunda kaldıklarınız varsa benim gibi; yalnızca samimi olarak hayatıyla enterese olduklarını eklediğiniz bir hesap gerçekten size iyi gelebilir. Mutluluğunuza en az sizin kadar sevineceğini bildiğiniz insanlarla interaksiyon içinde olmak, sosyal medyanın tekinsizliğinden de kurtarabilir yanlış yerde onay arayan ruhlarımızı.  Ayrıca hem feediniz, algoritma hatasıyla önünüze düşmüş gibi duran içeriklerden arınır; hem de resimlerinizi gördükleri için hayatınıza karışma hakkını saklı tuttuğuna inanan bir kitleyi de ekarte etmiş olursunuz…

Continue Reading

2023’ten Çıkardığım 8 Ders

  • “Karakter”inin bir parçası sandığın şeyler aslında alışkanlıktan ötürü sürdürdüğün davranış kalıplarından ibaret olabilir. “Sabırsız” olduğunu düşünüyorsan; şu ana kadar hiçbir şeyi, beklemeye değeceğini düşünecek kadar istememiş olabilirsin. Ya da “pasif” olduğuna inanıyorsan şuana kadar senin hakkını senin yerine hep bir başkası savunduğu için dik durmaya alışmamış olabilirsin.

  • Arkadaşlığı, ilişkiyi, işi sürdürmek için harcadığın çaba, hiçbir zaman iç huzurundan daha fazla olmamalı. Sürekli bir şeyler “bekleyen” taraf olduğunu düşünüyorsan; muhtemelen çok fazla şey beklemiyorsun ama yanlış partiden beklentin var. İletişim kurmak, rahatsızlık duyduğun şeyleri söylemek çok güzel ve takdire şayan eforlar. Ancak artık ikili dinamikler güç savaşına evrilmişse, açık iletişim de vasfını yitirmiş demektir. Yapılacak en mantıklı şey, girdaba giren durumları sürdürüp yeni bir savaş başlatmaktansa kendini toksik ortamdan geri çekmek olabilir.

  • Özgüven = her şey tepetaklak olduktan sonra ayağa kalkabilme becerisi. Özgüven dopdolu bir odada iki üç tane anlamlı cümle kurabilmeyle veya omurganı ne kadar dik tutabildiğinle ölçülmez. Eğer seni tanımlayan her şey birden yok olursa hayata mı küsersin; yoksa ne olursa olsun suyun üzerinde mi kalmaya çalışırsın özgüven bunun tanımıdır.

  • Ağlamak ayıp bir şey değildir. Bazı insanlar kırıp döker, bazı insanlar ağlar, bazı insanlar günlerce kimseyle ama kimseyle konuşmaz… Nasıl ki duyguları inkar etmek yaratılışımızı inkar etmek demekse, duyguları ifade ediş biçimini de çirkin veya yakışıksız bulmamalısın. Bunlar “sen”in bir parçan, nasıl ki iki elimi kabul ediyorum ama bacağım benim değil diyemiyorsan; duygularını ifade ediş biçimini de aynı şekilde benimsemelisin. (Bu cümleyi özellikle kendime kuruyorum) İnsanların ortasında istemsizce ağlamak ayıp değildir.. Bunlar seni insan yapar.

  • En kötü ne olabilir” düşüncesi pesimistik duyulsa da mükemmel bir rahatlatıcıdır. Bir eyleme girişirken olası kazançları değil olası götürüleri de kabul etmek o eyleme karşı duyduğun stresin yüzde ellisini alır. Zaten negatif outcomeini kaldıramayacağın hiçbir işe girişmemelisin.

  • Kimi zaman kötü hissetmek de normaldir; her daim mutluluk vertexinde olmaya çalışmak, insanı zaman zaman mutsuz ve keyifsiz olunabileceğini kabul etmekten çok daha fazla hırpalar. Bir olayın akabinde kötü hissetmek ve bu duyguyu 2 haftada tüketmek; duyguyu istemsizce bastırıp aylar sonra nevrotik davranışlar sergilemeye başlamaktan daha sağlıklıdır. Kaldı ki, en dibi gördüğüne inandıktan sonra çıkılabilecek tek yer yukarısıdır. Not: Yukarıya da hemen çıkmaya çalışma, biraz dipte kalıp kendine gel, dinlen. Aniden duygu durumunu değiştirmeye çalışıp kendini hırpalamak yerine yavaş yavaş tadına vararak istediğin ruh halini yakalamaya çalış. Herkese tanıdığın zamanı biraz olsun kendine de tanı.

  • Hayatın insanlara bir şeyler borçlu olduğu düşüncesinden vazgeç. Bu hayatta adaletsiz o kadar çok şey oluyor ki. Bugün aynı gökyüzüne göğsünde acıyla bakan o kadar çok insan var ki. Ama sen sadece kendi yaşam öykünü bildiğin için aksilikler sadece kendi başına geliyor zannediyorsun. Eğer zekana gerçekten güveniyorsan; aklını hayatın sana borçlu olduğunu sandığın tüm farazi mutlulukları teker teker listelemek için kullanmak yerine, “yaşamın getirdiği/getirebileceği tüm aksiliklere rağmen nasıl bounce back edebilirim” sorusu üzerine kendini yor.

  • Düşündüğünden daha iyisine layıksın. Kendini uzaktan görmüyorsun. Daha çok küçükken bir şablon yüklemişsin isminin altına ve ne yaparsan yap o daracık şablona sığdığını sanıyorsun.  Her sabah kendi paranı kazanmak için işe gitmeyi çok normal kabul ediyorsun, içine doğduğu yaşam koşulunu tek nihai gerçekliği kabul eden çabasız insanlarla kendini bir tutuyorsun. Hem deliler gibi çalışıp hem de akşamları aynı enerjiyle spor yapmayı çok normal zannediyorsun, her pazartesi diyete başlayacağım deyip de sen spordayken TV başında pinekleyenlerle kendini bir tutuyorsun . Kısacası içine girmeye çalıştığın, kendine layık gördüğün o küçücük şablondan çok daha fazlasısın.

İstediğinin sana verilmemesinin sebebi senin onu hak etmemen değil; ne istediğini  dile getirmeye cesaretin olmaması olabilir.

Düşündüğünden çok daha iyisin ve çabaların fark ediliyor .. En azından tek odağı kendi hayatı olmayan insanlar senin eforlarının farkında. Kendin için kurduğun hayalleri senden önce gerçekleştirmiş olan insanlar senden daha akıllı/çalışkan/güzel/iyi kalpli değil; sadece senden daha cesurlar çünkü istemeye cesaretleri var. Aza tamah ederek aslında mütevazi olmuyorsun, konfor alanında kalmak için bahaneler yaratıyorsun.   Allah’tan daha fazlasını istemeyerek onun yapabilirliğine ve sınırsızlığına da şirk koşmuş oluyorsun.  

Continue Reading

Çağımızın Hastalığı: Mutluluk Salgını

Özellikle bizim jenarasyonlarda olan manik halde bir mutlu olma güdüsü var. Bence çoğumuzun tatmin olamayışının, her başarıyı bir sıçrama tahtası gibi görmemizin altında yatan da bu bizi nefessiz bırakan mutlu olma takıntısı. Öz değerimizi o kadar çok dışsal confirmationlara bağlıyoruz ki, olanı sevmeyi unuttuk. Örneğin ben organik market gezmeyi, evime alacağım her gıdayı en iyi neresi yapıyorsa üşenmeden gidip o lokasyondan almayı seviyorum; fakat en son ne zaman bunu yaptım hatırlamıyorum. Bu jenarasyona dair eleştirdiğim her özellik bende var, başka türlü de nasıl varolabiliriz bilmiyorum, bize öğretilmedi. Kişisel gelişim kitaplarında da her daim huzurlu ve mutlu olmak sanki doğal bir statemiş gibi lanse edildiğinden dolayı; en ufak bir huzursuzluk bile bizlere veba’ymış gibi geliyor. Instagrama girdiğimde veya TikTok izlediğimde (evet utanarak söylüyorum beni bir TikTok hesabım var) gördüğüm her şeye aynı anda sahip olan insan profili bana ilham vermekle beraber aşırı derecede yormaya da başladı.. Mükemmelliyetten çok sıkıntıları normalleştirmemiz gerekiyor. Kötü hissedince neden böyle hissediyorum sarmalına girmektense, bugün de biraz böyle oldu diyebilmek en büyük kişisel gelişim bence.

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sanki her şeyi aynı anda elde etmek zorundaymışız gibi. Ama inanın ne günlük hayatımızda karşılaştığımız kişiler, ne sosyal mecralarda takip ettiğimiz influencerlar; kimse aslında her şeye sahip değil. Algı operasyonu üzerinden yönetilen yaşamlarımızda bunu hatırlamak çok zor, farkındayım.. Mükemmel görüntülerimizin dışında bizlerden beklenilen; 30 yaş altında Forbes 30 Under 30 eşleniği bir yere konumlanmamız, sağlıklı beslenmemiz (ki bu arada bunun için de ciddi bir meal prep time’ı gerekiyor), ailelerimizle yeterli vakit geçirebilmemiz, bunları yaparken kendi anlam arayışımıza da devam ediyor olmamız, mesleğimizle alakalı global trendleri takip ediyor olmamız ve tüm bunları yaparken yorulmamamız aksine çok mutlu olmamız.. Bu alanların hepsinde yüzde yüz olamadığı için bana gelen arkadaşlarıma hep söylediğim şey; aslında kimsenin ne yaptığıyla alakalı bir fikrinin olmadığı. Bir amacınızın olması çok güzel ama maalesef çok değişkenli hayatlarımızda destinasyonu belirlesek de oraya ulaşırken çizdiğimiz rotaya nadiren sadık kalabiliyoruz.

Bunlara değinmiş olmam tabii ki de gerçekliğimizi değiştirmeyecek. Ancak zaman ayırıp okuyanların şunu bilmesini istiyorum ki, çoğumuz elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Örneğin az önce; çok az tanıdığınız birinin yazısına girdiniz belki bir faydası olur diye, bu bile kendinize sadakatinizi göstermez mi? Belki yaptıklarımız zihnimizin içinde sürekli konuşup duran iç seslerimiz için yeterli değil; ama sandığımızın aksine iç seslerimiz her zaman doğruyu söylemez. İç seslerimiz (eğer Tibette yaşayan bir guru ya da yetkin bir psikolog değilseniz) sadece kendi yaşamımızdaki olayların örüntüsünden ve hormonlarımızın o günkü modundan oluşuyor. Objektif olarak bakmayı başarınca; gündeki 24 saatin 8’ini uykuya; 9’unu işe, 1’ini spora, 1 buçuk saatini de yola ayırdığımızı düşünürsek; şu ana kadar yaptıklarımız, kendimize her yarım saatte bir koyduğumuz KPI’lardan çok daha değerli. Hala bazı şeyleri yapamadığınızı düşünüyorsanız, hayatınızla alakalı net bir hedefiniz yoksa bu sizi “yetersiz” değil, “insan” yapar.

Continue Reading

Detachment

Kişisel gelişimin saçmalıklarından biridir, ihtiyacımız olmayanlardan arınmayı öğretmek yerine bizi daha fazlasını istemeye zorlar.

Detachment nedir? Hayatin bana daha iyisini sunamayacağına inandığım için elimdekini bırakmak istemiyorum demektir. Bağımlı değil bağlı ol klişesini bir tarafa bırakırsak: detachment aslında kendine, hayata ve Allah’a güvenmemektir. Kendine güvenmezsin, çünkü içindeki durumdan daha iyi bir duruma geçerken karşılaşacağın limbo ile nasıl baş edeceğini bilemezsin; hayata güvenmezsin çünkü hayatını sadece içinde bulunduğun snapshotla yargılarsın ve büyük resimde hangi derdinin neye hizmet edeceğini bilemezsin, Allah’a güvenmezsin çünkü elinde inatla tuttuğun isi/ ilişkiyi/ toksik arkadaşını bir bırakabilirsen sana çok daha iyisini verebileceğini anlayamazsın. Aslında detachment kendi içinde bir paradokstur. Hem daha iyisini istersin ama hem de şu anda elindekini kaybetmekten de korkarsın. Ve sırf korktuğun için sıkı sıkı tuttuğun her şey bir gün mutlaka dikenleriyle ellerini acıtmaya baslar. Bilerek gelmekte olduğunu görmediğin şey sonunda dayanılmaz hale gelince işte o zaman yapılacak en vasat şey hayati ve Allah’ı suçlamaktır. Bu tarz bırakamama -iŞi, ilişkiyi, arkadaşı- söylemlerini duyduğumda en başta bir yadırgarım. Çünkü anlık bir acıdan kaçmak için tüm hayatını gerçekten miserable bir şekilde geçirme fikri bana IQ geriliği belirtisi gibi gelir. Ama bu muhtemelen hepimizin yasam döngümüzde kolektif olarak en az bir kez yaşadığımız yanılsamalardan biridir: olmayanı olmasını istediğimiz şekilde görür, kendimizi inandırırız ve bazen bunu spiritual bullshite bile evriltip çekim yasası süsü vererek zorla isteriz. Kişisel gelişimin saçmalıklarından biridir, ihtiyacımız olmayanlardan arınmayı öğretmek yerine bizi daha fazlasını istemeye zorlar. Geçenlerde bir podcastte duydum, “Belki de Allah’ın seni layık gördüğünden çok daha azını istiyorsun ve bunu sana vermediği için de kızıyorsun.” Unutma, sen hayatinin çok küçük bir kısmını, çok küçük bir açıdan görüyorsun. Büyük resimde neyin nasıl konumlandığını bilemezsin. Bunu bilmediğimiz için de olaylarla ilgili anlık değerlendirmeler yapmak çok vasat geliyor bana. Vasat dediysem de, bu anlık değerlendirmeleri ben de sik sik yapardım zamanında. Ama geçenlerde çok sevdiğim bir insan (bunu okuyorsa onun bilgisine çok hayran olduğumu bilsin:), “Biraz beklersen olaylar zaten iskambil kağıdı gibi önüne dökülecek” dedi, “şu an bir değerlendirme yapman için çok erken çünkü elinde hiçbir data yok” diyerek de ekledi. Türk dizilerinde neden sürekli drama vardır biliyor musunuz? Çünkü bizim insanimiz damarlarındaki Akdeniz kanından ötürü çok çabuk tepkimeye girer. Olaylar çok çabuk gelişir, pireler deve olur. Beklerse teker teker kartların önüne açıldığı masayı dağıtır gider, sabırsızdır. Uzun süredir günlük tutuyorum (uzun sure=tüm hayatim) geçenlerde eski yazdıklarımı okuyunca sunu fark ettim, zamanında tam bir katastrofi, hatta hayatin sillesi olarak yorumladığı her şey aslında benim için bir blessingmis -daha iyi bir eğitim, daha yüksek özgüven ve yeterlilik kazandırmış. Kısacası hayata güvenmek gerekiyor. Önümüzü göremediğimizde bile. Bazıları hayati araba sürmeye benzetiyor. Bence alakası yok çünkü araba kullanırken en azından belli bir mesafeye kadar görüş açımız oluyor. Ancak hayatta öyle değil. Olasılıklar çok daha fazla. Ve ihtimaller gerçekten tahayyül ettiğimizden bambaşka olabiliyor. O yüzden de inatla bizim için iyi olan bir fantezi kurgulayıp kafamızda ona inanmaktansa, gerçeklerden keyif almayı ögrenip bazen yaşamın trajikomikligine gülmeye davet ediyorum sizi. Odağınız kadar büyütürsünüz insanları ve olayları. Bunun farkındalığını kazanınca: hayatınızdaki aktörlerden, karakteri ağır basmayan herkes zaten kafanızda da önemini yitiriyor. Kendi gerçekliğinizi ve öz değerinizi tam anlamıyla kanıksayabilince zaten başkaları için ne gereğinden kotu ne gereğinden iyi düşünmeye yeriniz olmuyor çünkü…

Sevgiyle

Continue Reading

KİTAP: KENDİNİ ARAYAN İNSAN- ROLLO MAY

“. . .İnsanların çoğu, hayatlarını sürdürebilmek için başkalarına dokunmak zorunda olan görme engelli kişilerden farksızdır” (May)

Kitap günümüzün en büyük sıkıntısının, yaşamsal faliyetlerimizi tehdit eden somut problemler değil, ruhsal yaşantımızı altüst eden bir anksiyete çağında yaşamamız olduğunun altını çizerek başlıyor.  Anksiyetemizin sebebiyse, yaygın inancın aksine yaşamın belirsizlikleri değil, aksine bizden beklenenlerin oldukça net olmasından kaynaklanıyor. Bizden beklenenin ve bizim olmak istediğimizin arasındaki uçurumsa “anksiyete”nin ana nedeni olarak tanımlanıyor, hatta kitapta Rollo May’in bir danışanının kendini kendisinden beklenenleri yansıttığı bir aynalar toplamı olarak gördüğünden de bahsediliyor. Bu her ne kadar uç bir tanım olsa da, skalanın farklı uçlarında aynı duygu birçokları tarafından kolektif olarak yaşanıyor. Artık kilisenin katı kuralları veya çeşitli politik partilerin faşizmlerine biat ederek yaşanmasa da, Erich Fromm’un deyimiyle “anonim otoriteler” gündelik hayatlarımızı tekellerine almış durumda. Duygularımızın ve düşüncelerimizin validitysi anonim otoriteler tarafından gördüğümüz kabule orantılı olarak artıyor. Oysa “anonim otoriteler” olarak kastedilen (elalem), uyum sağlamak ve dışlanmamak için sürekli radarları açık gezen bir insan topluluğundan başka bir şey değil.

İnsanın uyum sağlama takıntısının toplumsal başarı göstergesi haline getirmesinin en büyük kanıtlarından biri,  artık yalnız kalmaktan korkuyor oluşu. İçteki boşluğa hayattaki eylemsizliğin sebep olmasıyla yüzleşmek yerine, onay arayışıyla o boşluğu dolduracağımıza inanılan bir çağdayız. May bu noktada insanın sosyal bir tür olduğunu inkar etmiyor, ona göre asli sorun, bir davete gidip varlığından keyif alınan bireylerlerle kaliteli vakit geçirmenin o davete “davet edilmiş olmanın” verdiği kabul görme duygusundan daha az önemli hale gelmesi. May’e göre en bağımsız görünen entelektüeller bile gitmeyecekleri davetlerin davetiyelerini almaktan hoşlanıyor.  

Genelde anksiyetenin psikolojik destek alan ve nevrotik olarak yaftalanan bir kitleye has olduğu düşünülse de, May “farkındalığı belli bir eşiği geçen her bireyde belli dozda anksiyete oluşur” teziyle bunu yalanlıyor. Hayatta kendisinden beklenenlere comply etmek dışında bir etki gücü olmadığına inanmak insanı “boşluk” duygusuna sürüklüyor ve May bu boşluk duygusunu daimi olarak bastırmaya çalışanları “içi boş insanlar” olarak tanımlıyor.. May’e göre her ne kadar insan, içindeki boşluğun onu yutacağından korksa da; boşluk duygusu, savunma mekanizması olarak geliştirilen yapmacık bir duyarsızlıktan daha tehlikeli değil. Yaşamdaki olaylar ile alakalı ne hissedeceğinin ve nasıl davranacağının içgörüsünü bile başkaları üzerinde uyandırabileceği izlenimi düşünerek tasarlamak insanı kendi benliğine yabancılaştırıyor… Din ve politik sistemlerdeki fanatizm de buna dayanıyor, ahlak artık aktif bir katılımla yaşamın gözden geçirilme süreci olarak değil, nasıl davranılması gerektiğinin dikte edildiği bir doktrin olarak görülüyor. Bu noktada yazar, dini aktif düşünme süreciyle devam eden bir sistem değil, sorgulamadan itaat edilen bir eylem planı olarak görenlerin düşük benlik algılarından sözü açıyor. May’e göre ateizm de körkütük inanç da aynı noktaya çıkıyor. Fanatik ateizm, kişinin benlik bilincinin din veya herhangi bir dış faktör ile yok edileceğini düşünecek kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Aksine fanatik inançsa, kişinin kendi aklına güvenemeyip ezberletilen değerler üzerinden hayatını sürdürmek için sığındığı bir kolaya kaçış limanı olarak tanımlanıyor.

Her ne kadar verdiği fikirlerin faydası yadsınamaz olsa da, benim beklentilerimi tam anlamıyla karşılayan bir kitap olmadı. Tabi bunda  OkuyanUs’un kötü çevirisinin de etkisi olmuş olabilir, ancak bana göre asıl sorun May’in daimi olarak Kierkgaard, Nietzsche, Hegel ve Shakespeare’in fikirlerini paraphraseleyip tartışmayı kendi görüşlerini de ekleyerek beklediğim kadar derinleştirmemesiydi. Eğer bahsettiğim yazarları okumadıysanız öncelik olarak bu kitabı değil de Nietsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünü veya Hegel’in “The Phenomenology of Spirit”ini okumanızı tavsiye ederim.  

Continue Reading